Birkaç gündür şehir dışındaydık, olan bitenden kopuk, ne
televizyon ne gazete. AKP hükümetinin gerici zorbalığının yarattığı kasvetli
atmosferdenarada sırada kurtulmak
ihtiyacı duyuyorum. Yine de tam bir tatil yaptım sayılmaz çünkü 19 Mayıs’ta
Ankara Sıhhiye’deki büyük buluşma sırasında çektiklerimin montajıyla
uğraşıyordum. Benim yavaş ve özenli tarzım herşeyin hızla geliştiği ülkemize
pek uymuyor; bakalım tekrar o konuya dönebilecek miyim?
Dönüş yolunda, arabadaydık! Telefon çaldı, endişeli bir
ses: “Taksim’de misiniz?”
“Hayır” dedi eşim, “neden?”
“Çünkü orası cehenneme dönmüş!”
Taksim,
o çilekeş, isyankâr Taksim, Kanlı Pazar’ların
Taksim’i, yine olayların merkezi olmuş! Ayın son günüydü, 31 Mayıs 2013! Aynı
ayın başında, 1 Mayıs’ta Taksim meydanı yine birbirine girmiş, atmosferi
basınçlı su ve gaz doldurmuştu. (Bkz. "Bugün Bir Mayıs", 1 Mayıs 2013), Yaralananlar, hastaneye kaldırılanlar, komaya
giren iki genç hanım- 27 yaşındaki Meral Dönmez ve 17 yaşındaki Dilan Alp.
Bunlardan Dilan Alp’in başına isabet eden gaz tenekesi kafatasını çatlatmıştı!
Taksim
meydanı, oranın halkının istemediği inşaat projeleriyle delik deşik durumda! 1
Mayıs’taki kapışmanın sözde sebebi de, bu inşaat alanı “tehlikeli olur”
gerekçesiyle insanlara meydana girme yasağı uygulanmasıydı- mazallah çukura
mukura düşer, biryerlerini incitirler! Bunu engellemek için Taksim’den
kilometrelerce uzakta Beşiktaş’ta, Şişli’de gaz ve basınçlı su ile hastanelik
ettiler insanları- hatta Şişli Etfal hastanesinin bahçesine bile girdiler
sıhhatlerini çok düşündükleri 1 Mayıs’çıların peşinden!
Peki
bu sefer neydi mesele? Taksim Gezi Parkı’nın ağaçlarını sökmek, parka eski
Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etmek, içini de alışveriş merkezi yapmak!
Taksim Gezi Parkı.
(Görüntü medyadan.)
Başbakan
Erdoğan inşaat sever; aralarında
Kanalistanbul ve Çamlıca tepesine
kocaman bir cami yapmak gibi pahalı lüzumsuzlukların da bulunduğu bir “kentsel
dönüşüm” tutkusu var. Deprem tehlkesi bahanesiyle deprem şehri İstanbul gökdelenlerle
doldurulurken bir bakıyorsunuz “şehrin klasik silüeti bozuldu” diye baştan izin
verilen binalar bittikten sonra “traşlanıyor”!
Bu
keyfi yıkım ve inşaat furyasından rejim karşıtı eylemlerin odak
noktası dikbaşlı Taksim meydanı da nasibini alacak, zararsızlaştırlacak, hem de rejimin Osmanlıcı
ideolojisi doğrultusunda bir görünüm kazanacaktı. 1940’ta yıkılan eski Topçu Kışlası’nın bugüne kalan fotoğrafları güzel süslü
kapılar gösteriyor, ama yetmiş yıl önce yıkılıp gitmiş binayı yeniden dikmek
Başbakan’ın estetik hissinin bir göstergesi değil; öyle olsa hemen yanıbaşında Haziran
2008’den beri “tadilat” bahanesiyle kapatılıp bir daha açılmayan Atatürk Kültür
Merkezi’nin ne tadilatı varsa bitirip onu özleyen seyircisine iade ederdi.
(Bkz. “Nezih Seyiciler”, 7 Mart 2013) Artık yapmasa da olur, AKP hükümeti Devlet
Opera ve Balesi’ni ve Devlet Tiyatroları’nı kaldırıyor.
Taksim Topçu Kışlası 1940'da yıkılmadan önce.
Topçu Kışlası'nın süslü kapılarından.
Peki
neden Gezi Parkı’na göz diktiler? Türkiye ve özellikle İstanbul AVM’lerle doldu
taştı ve Kredi Kartı ekonomisine dayanan bu azman alışveriş tapınakları belli ki
birilerini çok zengin ediyor- en azından kredi balonu patlayana kadar! Parkın hemen karşısında Türkiye’nin en köklü
alışveriş caddelerinden biri var- eski Cadde-i Kebir, şimdiki adıyla İstiklâl
Caddesi. Yenibir alışveriş merkezi oradaki
esnafa bir tehdit, zaten İstiklâl Caddesi’nin eski yapıları arasına azman bir
alışveriş merkezi sıkıştırılmışlardı bile (Demirören AVM).
Bu gereksiz AVM'ye kapıları pek süslü olan
Topçu Kışlası’nın görünümünü vermeye gelince:
Sultan
II. Abdülhamit var ya, hani despot diye bildiğimiz, hani 1876’da açtığı Meclis-i
Mebusan’ı 1877’de patlayan Rus harbini bahane ederek 1878’de kapatan! (19 Mart
1876-18 Şubat 1878, yani iki seneyi doldurmuyor ilk Meclis-i Mebusan'ın ömrü!) Sultan Abdülhamit’in Meclis'i
tekrar açmaya razı olması ancak otuz yıl sonra, İttihatçı subayların isyanıyla
17 Aralık 1908’de gerçekleşiyor. Bundan sadece dört ay sonra Taksim Topçu
Kışlası’nda bir gerici-dinci isyan başlıyor ve isyancılar Meclis’in önüne yürüyerek “Şeriat” için bağırıyorlar- yani Meşrutiyet’in “Kanun-u Esasi”’sine, (yeni
Türkçesiyle anayasasına) karşı “Şeriat”- diğer bir deyişle Halife-Sultan’ın
istediği şey!
Tarih 13 Nisan 1909, Rumi takvimle 31 Mart!
Padişah ve Halife Sultan II. Abdülhamit Han.
İsyan
İttihatçı subayların önderliğinde Selanik’ten gelen Hareket Ordusu tarafından bastırılıyor. 27 Nisan 1909’da Sultan II
Abdülhamit tahttan indiriliyor ve üç sene sürecek ev sürgünü için Selanik’e
gönderiliyor. Hareket Ordusu’nun
subayları arasında kıdemli yüzbaşı Mustafa Kemal Bey de var!
Hareket Ordusu subaylarından bir grup Nisan 1909'da;
sağdan üçüncüsü Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey.
Osmanlı
hayranlığını adım adım ideolojiye dönüştüren AKP'nin gözünde dinci 31 Mart isyanı
kutlanacak bir olay, II. Abdülhamit hakkı yenmiş mazlum bir Padişah, Hareket Ordusu’nun subayları da Halife
efendilerine başkaldıran hainlerdir.
Daha
geçen hafta Karabük Üniversitesi Sultan II. Abdülhamit’i ölümünden 95 yıl sonra
“Fahri Doktora” ünvanı ile onurlandırmayı uygun gördü. Başbakan
Erdoğan da Osmanlı hanedanına kan bağıyla bağlı olduğunu çıtlattığına göre Abdülhamit
Han’la da akrabadır; unutmayalım ki hem Abdülaziz’i hem de Fatih Sultan
Mehmet’i kendi dedeleri arasında saymıştır! (Haziran 2011, seçim kampanyasında "Kanalistanbul" projesini tanıtırken "dedem Abdülmecit", 20 Ekim 2012'de Elazığ'da seçme yaşını indirme konusunda konuşurken: "Dedem Fatih Sultan Mehmet").
AKP Abdülhamit’e tekrar Meclis'i açtıran, onu tahttan indiren İttihatçı
subayları sevmediği için, hele ki Mustafa Kemal de onların arasında yer aldığı
için, Topçu Kışlası bir dinci-hilafetçi- Osmanlıcı sembol olarak yeniden inşa edilecek!
Dışı Osmanlı, içi yabancı markalarla dolu kapitalist bir yapı olarak AKP
Türkiye’sinin güzel bir alegorisi olurdu aslında! Yanıbaşındaki Atatürk Kültür Merkezi
ise adını taşıdığı Atatürk’ün kurduğu kültür kurumlarının evi olarak atıl
vaziyette çürümeye ve unutulmaya terkediliyor!
Gezi
Parkı’na Topçu Kışlası projesi 17 Ocak 2013’te Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu tarafından engellenmiş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi de Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’na giderek
1 Mart 2013’te onayı almış. Parka ilk iş makinaları 28 Mayıs 2018’de gelmiş,
parkı korumak isteyenler de toplanmışlar, karşı koymuşlar, çadır kurup gecelemişler.
Ağaçlar sökülüyor.
(Görüntü medyadan.)
Parkta toplanan direnişçiler.
(Görüntü medyadan.)
30 Mayıs sabahı saat 5:00te
polis parka baskın yapıp göstericileri dağıtmak, çadırlarını sökmek isteyince
çatışma başlamış. Olaylar çirkinleşince 6ncı İdare Mahkemesi hemen yürütmeyi
durdurma kararı almış ama ok yaydan çıkmış bir kere!
Eve
gelir gelmez Ulusal ve Halk kanallarından olayların gelişmesini
takip ettik, ve ben yazıma başladım.
Taksim’de olanları duyan halk peşpeşe Ankara,
Eskişehir, Edirne, İzmir ve diğer birçok şehirde de sokağa döküldü, her tarafta
da gaz ve tazyikli suyla karşılandılar! Çoğu televizyon kanalı satılmış uşak
durumuna girmeye razı olduğu için yer yerinden oynarken normal, çoğu niteliksiz
yayınlarına devam ettiler- biliyorum çünkü zap yaptık! Çok sayıda yaralı var, kimisi
ağır. Bazı haberlerin doğruluğunu sonra öğreneceğiz: ölen oldu mu? İzmir’de AKP
binası gerçekten kundaklandı mı?
Taksim’de gazdan ve sudan kaçan halk otellere
sığınıyor, Harbiye Orduevi de kapılarını gazlananlara, yaralılara açmış, hatta deniliyor
ki Gümüşsuyu'ndaki askeri hastaneden halka gaz maskesi bile dağıtılmış. Geceyarısından sonra Ankara’da halk Meclis’e
yürümeye teşebbüs etti.
Taksim Gezi Parkı, İstanbul, Mayıs 2013.
(Görüntü medyadan.)
Artık
meselenin bir parkı kurtarmaktan çok öteye gittiği besbelli. Gece Kadıköy
tarafında da sesler, sloganlar, otomobil kornaları sabaha kadar sürdü.
Artık 1
Haziran sabahı oldu, binlerce insan kapatılan Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçti.
Yeni gösteriler için yer ve saat veriliyor. Olaylar hâlen devam etmekte. Dün yetkili
ağızlar olaylarda “provokasyon” aradılar. Doğrudur, AKP on senedir durmadan provokasyon
yapıyor! (Bkz. “Provokasyon: Silivri, 18 Nisan”)
ENGLISH The footnote links do not
work; you will have to scroll down to to the footnotes for expanded
information. Opening the blogsite on two seperate windows and keeping
one on the footnotes will make it easier to go back and forth. Sorry for
the inconvenience, I'm no expert!. Other links should work.
(Image from the media.)
We were out of town for a few
days and blissfully unaware of the latest news- I frequently need some rest
from the retrograde bullying of the AKP government. I was in fact concentrating
on a video montrage of the May 19th demonstration in Ankara, which I am yet to
finish and publish!.
Driving home from our
week-long escape we got a worried phone call "Are you at Taksim now!"
“No!” my wife said, “why?”
“Because all hell has broken
lose!” Taksim square is a main
square in Istanbul, frequently assembly point of anti-government
demonstrations, particularly Mayday. The AKP government, the “moderate Islam”
model imposed on Turkey in accordance with an inept US plan, had already
botched up this years’ Mayday demonstrations by trying to keep people from
entering the square. Tear gas cannisters and pressurized water criscrossed the
air that day, the action spreading far and wide, miles from the square. Among
the many wounded that day were two young girls were hospitalized in coma[1] when
hit by the gas cannisters, which are shot into the crowds with special rifles.
I related what I heard from television that day![2]
Taksim Square is now a
construction site, which indeed was the excuse for the government’s ban of Mayday
demonstrations then. It is a construction site against the will of the people living
and working in the area, an imposition on the part of the AKP government so
much like many of the other things they have been shoving down the nations’
throat in the ten inglorious years of its power. One familiar fixture of Taksim
Square has been the Ataturk Cultural
Center, AKM for short.[3] This
glass and steel building used to be the home to the State Opera and Ballet of
Istanbul until the AKP closed it “for renovation” in June 2008. For all its passion for construction, the AKP is in no rush to make good its promise; the AKM has been
closed ever since.[4]
Not that it matters anymore; as of May 6th, the State Opera and Ballet, and the State Theatres, not only in Istanbul but all over Turkey, have been dissolved by the AKP!
The Taksim Promenade Park.
(Image from the media.)
There is a park adjoining the
square; it is pleasant enough, and a welcome breathing space with trees and
some green in a congested urban center. The AKP and its master architect, Prime
Minister Erdoğan, has been turning Istanbul into a playground to knock down and
rebuild on a whim. The AKP’s “Urban Renovation” craze has filled
earthquake-prone Istanbul with skyscrapers, and then suddenly, Mr. Erdoğan came
up with a brilliant observation to the effect that the high-rises were ruining
the city’s ancient silhouette- considering how frequently he uses his offices
in the Dolmabahçe Palace[5] from which he has had a clear view of the city’s
silhouette for years. Last week a big news was the demolition order of some
high rises in the Zeytinburnu district, which had been licensed before constrution.
Prime Minister Erdoğan’s
plans for the city include a huge, totally unnecessary mosque on Çamlıca hill
overlooking the city, a third airport, and a new waterway, called Kanalistanbul, connecting the Black Sea
to the Marmara, parallel to the natural Bosphorus which is already there, and
has been throughout history.
The Taksim Promenade Park was
targeted for the reconstruction of the Artillery Barracks that once stood
there- at least in its outer form. The inside would be yet another shopping
mall- just across from the historic İstiklâl Caddesi, once the Grand Rue de Pera, an age-old shopping
street with small shops, but already with another shopping center[6]
shoved between the old buildings. It is obvious that smaller businesses are
being threatened with every new shopping mall- and Turkey, especially İstanbul,
is saturated with them. That a small bit of green is thus being threatened to
make rich businesses richer is an equally valid ecological view of things. A
third aspect is the “historical significance” of the “Artillery Barracks”,
which the government is so keen on reconstructing.
The Artillery Barracks before demolition in 1940.
(Image from the media.)
Gateway of the Artillery Barracks, Taksim Square.
(Image from the media.)
Sultan Abdul Hamid II was
known for his authoritative, even repressive rule. He had used the war with
Russia in 1877 to close the young Parliament.[7] An
insurrection of officers belonging to the Unity and Progress movement forced
the Sultan to reopen the Parliament (December 17th, 1908). On April 13th, 1909,
a reactionary insurrection started in the Artillery Barracks at Taksim.[8] The
soldiers gathered before the Parliament and demanded rule by Sharia, rather than the new
Constitution.
Sultan Abdul Hamid II
The reformist officers adhering
to the Union and Progress movement marched from Salonica, their stronghold, and
suppressed the uprising. On April 27th, 1909, Sultan Abdul Hamid II was deposed,
spending the next three years in house arrest.
Among the ranks of the military men
who suppressed the uprising was an army captain named Mustafa Kemal, later
Ataturk, founder of the Republic.
Capt. Mustafa Kemal (third from right) with fellow officers in April 1909.
Sultan Abdul Hamid II is now
honored and elevated by the AKP, as indeed is all things Ottoman. Just last week the Karabük University decided to give the deposed
Sultan, dead since 1918, an honorary doctorate! Prime Minister Erdoğan probably considers the Sultan a close relative since he has already referred to Sultans Abdul Madjid and Mehmet the Conqueror as his "Grandfather". ("My grandfather Abdul Madjid" when introducing his Kanalistanbul project in June 2011 during his election campaign and "my Grandfather Mehmet the Conqueror" on October 20th, 2012, in Elazığ, in course of a speech in favor of reducing the voting age.)
The barracks were demolished
in 1940, and the area has since then been a park.
The Government’s plan to build
a shopping center with the façade of the Artillery Barracks was opposed by the “Regional
Committee for the Preservation of Cultural and Objects”[9] The Municipality of Istanbul filed an objection
with the “High Committee for the
Preservation of Cultural and Natural Objects”[10] The
said committee gave its approval for the plan on March 1st 2013.
The first demolition machines
arrived at the park on May 28th, 2013, poised to uproot the trees! Protesters assembled in the park and
confrontation and clashes started. They put up tents and stayed overnight. The police raided at about 5:00 in the morning of May 30th; since then it has been pandemonium. Most TV channels (bought up as they are) haved been
going on with their regular and innocuous programming while Ulusal and Halk are
giving a play-by-play. My wife is inside, switching back and forth between the two!
The first trees uprooted !
(Image from the media.)
Protesters assembled in the park.
(Image from the media.)
There was also news today
that the “6th Administrative Court”[11] has hastily
ruled to halt the projected reconstruction of the Artillery Barracks, but
neither the protesters nor the police seem willing to back off. The numbers on the
street are now on the rise! There are spontaneous demonstrations elsewhere, to
the usual accompaniment of gas and pressurized water: in Ankara, Edirne,
Eskişehir and Izmir, with news of an AKP party building being torched in Izmir.
There is news of police being bussed to Taksim square and stepping up to
plastic bullets. There are reportedly hundreds of wounded and many seeking
refuge in hotels. The “Army House” (Orduevi,
hotel for military personnel) not far from Taksim has reportedly opened its doors to gassed and
wounded victims. Gas masks were reportedly passed out from the military hospital at Gümüşsuyu.
Images from the promenade park, Taksim, Istanbul, May 2013.
It is clear that now things
have moved beyond saving a park; it has all the appearance of an uprising
against an arrogant, retrograde government bent on destroying the Republic and
all its achievements. Spokesmen for the government speak of “provocation”, and
I agree. The AKP has been provoking the nation continuously and increasingly
for a decade now![12]
It is 3:25 a.m.; the TV screen is still full of crowds clashing with the police, and reports of thousands marching towards the parliament in Ankara. Also, on our side of the city, I hear voices and automobile horns on the street. I wonder what kind of a day Turkey will wake up to!
[1] Dilan
Alp, 17 years old, and Meral Dönmez, 27. Dilan suffered from a fractured skull
when a cannister hit her head. Watch http://www.youtube.com/watch?v=DnpmlrAdJjw
[7] February
18th, 1878. It had only been opened on March 19th, 1876.
[8] It is
known as “The “31st of March Insurrection”, because it landed on the 31st of
March of the Rumi calendar, the
official calendar of the Ottoman Empire.
[9]Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu,
on January 17th, 2013.
[10]Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek
Kurulu.
Hatırlıyor
musunuz, böyle derdik küçükken. Bayramların en neşelisiydi “Çocuk Bayramı”!
Daha sayı sayamadan, ayların adını bile bilmeden bellemiştik “yirmüçnisan”
bizim bayramımız diye!
Başka önemli günler de vardı tabii, “Cumriyet Bayramı”, “Gençlik ve Spor Bayramı”, “Ozzağustos
Zafer Bayramı” gibi, anlamlarını derinlemesine kavrayamadığımız ama sevinip
kutlanacak birşeyler olduğunu anladığımız! Şeker Bayramı ve Kurban Bayramı
vardı, her yaptığımızı gören Allah’la ilgili; o bakımdan biraz ürkütücüydü;
hele Kurban bayramı “koyunlar olmasaydı çocukları kesecektik” gibi bir mantıkla
bize açıklandığı için Yaradan’a ve buyruklarına korku belası itaat etme
gereğini iyi öğretiyordu! Ama sıcak pide ve bayram şekerine diyecek yoktu
doğrusu! Sonra yılbaşı vardı, eğlenemesek bile eğlenmiş gibi yaptığımız!
Annneler Günü vardı, harçlıklarımızı çocuksu zevkimizle annelerimize hediye
alacağız diye suladığımız! Babalar günü vardı, yaz tatili başladığı için oyuna
dalıp unuttuğumuz! Ve bir de yerel kutlamalar vardı ayrı ayrı... ama
“yirmüçnisan” bizim bayramımızdı, biz
çocuklara armağan edilmişti, ve onun için de neşe, renk, cıvıltı o bayramın
özündeydi!
Büyüklerimiz ciddi bakışlı bir amcanın fotoğrafını ya da
büstünü gösterir, “bak bu bayramı sana o armağan etti” derlerdi. Ondan bazen
“Mustafa Kemal” diye bahsederlerdi, bazen “Atatürk”, bazen sadece “Ata”; sanki
kendileri de tam bilmiyorlardı doğrusunu! “Çok sert bakıyor, ama aslında iyi
bir amca olmalı ki bize bayram vermiş” diye çocuksu bir mantık yürütüp doğruyu
yakalardık.
Büyüdükçe, sayıları ve ayları öğrendikçe anladık ki
“yirmüçnisan” bir tarihmiş, “Mustafa Kemal”, “Atatürk” ve “Ata” meğer aynı
insanın değişik adlarıymış. Asıl adı sadece “Mustafa”’ymış, onun zekasını çok
takdir eden ve kendi adı da Mustafa olan bir matematik öğretmeni varmış.
(Askeri Rüştiye’de Yüzbaşı Mustafa Sabri Bey), “Senin adın Mustafa, benimki de
Mustafa, senin adın Kemal olsun” demiş- çünkü bu kelime “mükemmellik” demekmiş!
Bu Mustafa Kemal’i çok sevmemiz gerekirmiş. Neden olduğunu hemen anlayamıyorduk
ama bize bir bayram armağan etmiş olması dışında da birşeyler olduğunu
hissediyorduk!
Birinci Dünya Harbi’ndeki yenilgimizi, mütareke ve işgâl
yıllarını, Padişah ve hükümetinin aczini, Bandırma
vapuru ve Samsun’u, kongreleri, 23 Nisan’da Ankara’da açılan Büyük Millet
Meclisi’ni, İstanbul hükümetinin imzaladığı Sevr anlaşmasıyla yurdumuzun
parçalanmasını, İnönü savaşlarını, Sakarya ve Dumlupınar’ı, düşmanın İzmir’e
kadar çekilip kaçmasını, Lozan anlaşmasını, Cumhuriyet’in kuruluşunu, devrimleri,
ve “açık alınla on yılda her savaştan” çıkışımızı yavaş yavaş öğrendik.
Ve 23
Nisan’ın neden bayram olduğunu anladık. Ankara’da bir meclisin açılmasıyla Türk
halkı kaderini tayin etme hakkını ne yabancıya, ne de bir hanedana bırakıyor,
bundan böyle bu hakkı kendi ellerine alıyordu! Ulusun egemenliği artık ulusun
elindeydi, onun için bu gün “Ulusal Egemenlik” bayramımız olmuştu. Bu Ulusal Egemenlik
çocukların, “yarının büyükleri”’nin yarınlarının güvencesiydi, onun için sert
bakışlı amca bu günü biz çocuklara armağan etmişti.7
Mustaf Kemal Ankara'da ilk Büyük Millet Meclisi'nin balkonunda; tarih 11 Ocak 1921, Meclis'in açılışından 9 ay sonra, Kurtuluş Savaşı'nın ortasında!
Biz çocuklara sevmemiz, saymamız, hatta korkmamız gereken
birilerinden daha bahsediliyordu; Allah, peygamberi Muhammed, ve kutsal kitabı
Kuran-ı Kerim!
Bazı büyükler bu konuda daha israrlıydı, bazıları daha
hafif geçiyordu, bazıları hemen hiç değinmiyor, bazıları da ağızlarından
düşürmüyordu! Yalnız şu vardı ki “Atamız” hakkında anlatılanlar fotoğraflarla,
müzelerdeki ve özellikle Anıt Kabir’deki eşyalarıyla destekleniyordu, Allah ve
Hz. Muhammed hakkında anlatılanlar ise esrarengizdi, hatta çoğu zaman doğrudan
doğruya doğaüstüydü. Topkapı Sarayı’ndaki “Kutsal Emanetler” dışında elle
tutulur, gözle görülür birşey olmadığı için çok şey hayâl gücümüze kalıyordu.
Hele bazı büyükler vardı ki bütün yaratıcı güçlerini ak sakallı dedelerin başrol
oynadığı çarpılmalı cehennem ateşli masallar uydurmaya harcarlardı. Hele
inanmayan, hele küfür eden, hele “gâvur” olan kesin yanacaktı cehennem
ateşinde! Zaten böyle korku masallarına bayılır çocuklar, artık bir yerden
duyulan hurafe ağızdan ağıza anlatılır, anlatıldıkça korkunçlaşırdı. Sonunda da
“ekmek Kuran çarpsın ki doğru” diye bir yemin edilirdi!
Bir de İslamın dili Arapça sayılır ve bundan çıkılmaz. Ne
o duaları anlarız, ne ezanın sözlerini, ne de kutsal yazıların yazıldığı girift
Arapça yazıları! Herşey esrarengiz, herşey karanlık, ilâhiler hüzünlü ve
ağlamaklı, eski mezar taşları tepelerindeki kavuklarla taşlaşmış insan
tasvirleri gibi, o kıvrım kıvrım yazılarla örtülü, ne dediklerini anlamayız,
büyü gibi! Biz anlamadıkça anladığını iddia edenler, gerçeğiyle sahtesiyle
imamlar, hocalar güçlenir, cennetin kapısıyla aramıza dikilirler, ensemizde
cayır cayır cehennem ateşinin yakıcı sıcaklığını hissederiz. Anlamadıkça korkarız, bizi
korkuttukça zannederler ki “Allah ve Peygamber sevgisiyle” doluyoruz.
Kuran kursu: tek kelime anlamadan ezberlenen bir kitap.
(Görüntü medyadan.)
Ama çocuktuk, sinemaya gidiyorduk, kovboy filmi
seyrediyorduk ( “Vahşi Batı” janrı benim çocukluğumda halâ çok yaygındı),
resimli roman, Tommiks, Teksas okuyorduk, gördüklerimizi
kahraman yapıp onları taklit ederek kovboyculuk oynuyorduk. Ama kafamızı
karıştıran birşey de vardı: bu kovboyların, bu Çelik Blek ve Tommiks’lerin
Müslüman olmadıkları besbelliydi, yani cennette onlara ayrılmış bir yer yoktu!
Bu ikileme kafa yormamaya çalışıyorduk.
Tommiks ve Suzi'yi hatırlıyor musunuz? (Asıl adı Captain Miki olan İtalyan ürünü bir resimli romandı.) Tom ile Suzi de cehenneme mi gidecekti yani?
Sonra turistler görüyorduk,
gülümsüyorlar, şakalaşıyorlar. Bazı ailelerin içinde yabancı gelinler, damatlar
vardı. Peki bu insanlara ne olacaktı? Hele evli çiftler, ölünce mecburen
ayrılacaklar mıydı?
Bir de Emin Oktay’ın tarih kitabı vardı okulda bize
okutulan. Orta Asya’dan gelen atalarımızla gurur duymamız gerekiyormuş. Cumhurbaşkanlığı
armasındaki onaltı yıldız ve bir güneş tarihte arka arkaya var olmuş 17 Türk
devletini temsil ediyormuş- ortada güneş olarak tasvir edilen de sonuncusu olan
Türkiye Cumhuriyeti’ymiş.
Ama gelin görün ki bunlardan sadece dokuzu Müslüman
olmuş, Türkler geleneksel dini şamanizm. Hristiyan Türkler de var; Sovyetler’in
çökmesiyle ülkemize çalışmaya gelen Moldova’lı Gagavuz Türkleri’yle tanışalı ne
kadar oldu? Cumhubaşkanlığı armasındaki yıldızlardan biri de Hazar hanlığını
temsil ediyor ki onlar Musevi olmayı seçmişler. (MS 1000 civarında yıkılan bu
devletin halkı, bir iddiaya göre, Avrupa’ya doğru yayılmış. Arthur Koester’in 13. Kabile başlıklı araştırma kitabının
konusudur. Bu durumda 1939-45 arasında büyük torunlarınının başlarına neler
gelmiş olabileceğini tahmin edebilirsiniz.)
Sonra Türkçe konuşan, sınıf arkadaşımız olan “Gayrimüslimler”
vardı, oynardık, şakalaşırdık. Onlara ne olacaktı öbür dünyada?
Ama 23 Nisan onların
da bayramıydı, demek Atamız bize armağan ederken onları ayırmamıştı!
(Bir de Sünni-Alevi meselesi var ki ona burada hiç
değinmiyorum çünkü o yaşlarda öyle bir ayrışmanın hiç farkında değildim- eminim
çoğu arkadaşım da değildi.)
Peki Atamız nasıl bakıyordu bu işe? Memleket işgâl
edilmiş, Padişah-Halife ihanete düşmüş, kötü “gâvur” düşman müslüman halka
eziyet etmiş, ama Mustafa Kemal Paşa iyi Türkleri toplamış, onlar da “Allah
Allah!” diye hücum ederek gâvurları kovmuş. Demek Mustafa Kemal Paşa iyi bir
Müslüman Türk’müş, Türk süngüsüyle ölen kötü gâvurlar da cehenneme gitmiş
olmalı. Bu kadarı, İslam hakkında bize anlatılanlarla örtüşüyordu!
Ama dahası var: Atamız memleketimizi kurtardıktan sonra eski
düşmanlarıyla barış yapmış, onları davet etmiş, onlardan bilgiler almış.
İngiliz Kralı VIII. Edward’a çok misafirperver davranmış- fotoğraflarını
gördük!
Dostça uzatılan yardım eli: Atatürk Türkiye'yi ziyaret eden İngitere Kralı VIII. Edward'ın kayıktan inmesine yardım ediyor. Eylül 1936.
Atamız savaşıp yendiği yabancıların adetlerini,
bilimlerini, sanatlarını, kanunlarını inceleyip getirmiş, onların giyimlerini,
takvimini, alfabesini, ölçü sistemlerini, kanunlarını, bilimsel yaklaşımlarını
getirmiş, onlarda olduğu gibi kadınlarımıza erkeklerle eşit haklar vermiş, çok
eşliliği yasaklamış. (Atatürk'ün Türkiye'si kadınlara 1930'da belediye seviyesinden başlayarak, nihayet 5 Aralık 1934'te her seviyede seçme ve seçilme hakkını vermiştir. (Fransa'da 1944, İtalya'da 1946, uygarlık yuvası İsviçre'de 1971'den itibaren, en son Appenzel Innerrhoden yarı-kantonunda 1990.) Ve onların bilimadamlarını ve sanatçılarını buyur etmiş,
görelim, takdir edelim, öğrenelim diye.
Bu duyduklarımız Kuran-ı Kerim’in ve İslam dininin üstünlüğü meselesiyle nasıl
bağdaşıyor pek anlamıyorduk ama kovboyculuk oyunlarımızı daha gönül
rahatlığıyla oynayabiliyorduk.
TRT, Atatürk'ün barışçı ve dünyaya açık Cumhuriyet'ine yakışır şekilde 35 yıldır "Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği"'nin evsahipliğini yapmaktadır. Yukarıda bu seneki 45 ülkenin gelen gruplarının temsilcileri Ankara'da TRT'nin misafiri olarak poz veriyorlar.
(Görüntü medyadan.)
Aslında o “Allah Allah” diye taarruz Müslüman Türkler’in
kurtarıcısı Atatürk, kurduğu Cumhuriyeti “lâik” yapmakla çok cüretkâr, ama çok
önemli bir adım atmıştı. Türk vatandaşlarının inançları ne olursa olsun, devletin dini olmayacaktı. Müslüman
vatandaşların olağan dinî ihtiyaçlarını karşılamak dışında devletin din
konusunda bir tavır alması mevzubahis değildi. Bu çok olumlu bir kavramdı; bir çok
mümin müslüman bunu tam anlamadı ama yaşamlarına bir farklılık gelmediği için pek
de aldırmayacaklardı- dinî inançlar siyasi emellerle istismar edilmeseydi!
Çünkü lâik Cumhuriyet cami de yapıyordu, imam ve müezzin de tayin ediyordu, hac
zamanı THY uçuşlarını da düzenliyordu, Ramazan ayında günlük sahur ve iftar saatlerini
de il il veriyordu. Lâik Türkiye'de Müslüman vatandaş dininin gereklerinin her birini
rahatlıkla yerine getirebiliyordu. Bundan böyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı mecbur olduğu için değil, istediği için Müslüman olacaktı!
Atatürk Kuran-ı Kerim’i Türkçe’ye
çevirip yayınlatmış, ezanı bile Türkçe olarak okutmuştu- insanlar neye
inandıklarını anlasınlar, anladıkları şeye inansınlar diye, din esrarengiz,
anlaşılmaz, ürkütücü, istismara açık olmasın diye! Türkçe ezan ilk defa 30 Ocak
1932’de Fatih Camii’nden okunmuş, bu uygulamayı 18 yıl sonra Demokrat Parti 16
Haziran 1950’de, yani 14 Mayıs seçimleriyle iktidara geldikten sadece bir ay
iki gün sonra, iptal etmişti.
Çocuk zihinlerimiz bu zıtlaşmalarla, kavram kargaşalarıyla
yaşamayı bir şekilde öğrendi. Ama bu üstü örtülmüş, gizliden gizliye arttırılan
gerilimlerin ileride Cumhuriyet'imizi paramparça etmek için kullanılacağını tahmin
edemezdik!
AKP iktidara gelip Erdoğan Başbakan, Gül Cumhurbaşkanı
olduğundan beri Türkiye gerçekten ziyade bir kâbusa benzeyen bir çözülme,
ayrışma sürecine girdi.
1989’da Pentagon, Rand Corporation isimli bir devlet
araştırma kurumundan “Türkiye’de radikal İslâm’ın geleceği” hakkında bir rapor istemiş. Araştırma grubunun
başına Türkiye’de de bulunmuş olan eski CIA görevlisi Graham Fuller getirilmiş.
Rapora göre “radikal İslâm”’ın yolunu kesmek için “ılımlı İslâm”’ın önünü açmak
gerekiyormuş. Rapor, dünyadaki İslâmcıların ortak hedefinin “şeriat yönetimi”
olduğunu iddia etmekle birlikte bunun Türkiye için olası olmadığını savunuyor.
Çok geçmiyor baba Bush ‘un yakın arkadaşı Turgut Özal
döneminde Türk Ceza Kanunu’nun 163’üncü maddesi kaldırılıyor (1991). Madde şu:
"Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de
olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi
menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla, dini veya dini hissiyatı veya dince
mukaddes tanınan şeyleri alet ederek (...) propaganda yapan veya telkinde
bulunan kimse, beş yıldan on yıla kadar hapisle cezalandırılır"
Ve İrtica’nın önü hukuken açılıyor.
14 Ağustos 2001’de kurulup sadece onbeş ay sonra, 3 Kasım
2012’de birinci parti olarak tek başına iktidara gelen mucize parti AKP’nin
başarısının arkasındaki gölgedeki güçler, ABD ve 1999’dan beri Pennsylvania’daki
çiftliğinde ikâmet edip oradan “Antarktika hariç her kıtaya” ellerini uzatmayı
başarmış olan Türkiye’nin Ayetullah’ı (ya da Rasputin’i, tercihi siz yapın)
Fethullah Gülen hoca efendidir.
Gülen ve Erdoğan: ne yönden bakarsanız bakın, kötü bir el!
Polise ve hukuka sızmalar, Atatürk’ün lâik
Cumhuriyetini savunan, savunabilecek olan gazeteci, yazar, aydın, akademisyen
ve askerlerin “dalgalar” hâlinde tutuklanmaları, kötü filmlerde bile inandırıcı
olmayacak delillere dayanan ipe sapa gelmez ithamlarla içeride tutulmaları ve satın alınmış bir basının bu çirkin gösteriyi alkışlaması hep Hocaefendinin
güdümünde sahneye konulan, prodüktörlüğünü ABD’nin yaptığı, getirisini
globalist menfaat çevrelerinin götüreceği uluslararası bir ortak yapımdır.
Fethullah Hoca’nın 2008’deki oturma izni müracaatını bir
mektupla destekleyen de, yukarıda adı geçen, Rand Corporation’daki araştırma
grubunun başındaki George Fuller’dır!
Ve bu show’da halkı koltuklarına yapıştıran, “bu kadarı
da fazla, inandırıcılığı kalmadı” diyerek kalkıp gitmelerini engelleyen şey de
Din’dir.
(Bu aralıksız, israrlı “din” söylemleri sonucunda bir
vicdan muhasebesi yaptım ve 26 Nisan 2012’de Nüfus İdaresi’ne gittim. O günden
beri resmen bir dinim yok .Teolojik polemikler bundan böyle beni
ilgilendirmiyor!)
O din söylemleri sayesinde halk ayaklarının altından
ülkelerinin çekilip alındığını ayırdında bile olmuyor. Ne ilginç bir tezattır
ki ülkeleri kayıp giderken halk genişlemeci Osmanlı hayâlleriyle ipnotize
ediliyor! Öcalan’la görüşmeler belirgin bir bölünme ve doğu illerinin Kürdistan
adıyla ayrılma yönünde gelişirken halka yeni oluşacak federal yapının kuzey
Irak’ı da içine alarak daha büyük bir neo-Osmanlı diyarı yaratacağı anlatılıyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu’nun 3 Mart
2013’te Bursa’da söylediği şu sözleri hatırlayın: “Hiç kimseyle savaşmadan, hiç kimseyi düşman
ilan etmeden, hiçbir sınıra saygısızlık yapmadan, tekrar Saraybosna'yı Şam'a
Bingazi'yi Erzurum'a, Batum'a bağlayacağız... Size şimdi apayrı ülkeler gibi
gelebilir ama, bundan 110 yıl önce Yemen ile Üsküp aynı ülkenin
parçalarıydılar. Ya da Erzurum ile Bingazi...”
Bu “bağlama” prosedürüne arada
kalan meselâ Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ne kadar sıcak bakacak? Ya bu
neo-Osmanlı federasyonunun genişlemesine vesile olacak Kürdistan bu konuda ne der?
BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş’a göre “İlerde
bağımsız Kürdistan olacaksa halk istedikten sonrada hiç kimse buna engel olamaz”.
(27 Mart 2013, bkz: http://www.internethaber.com/demirtastan-bagimsiz-kurdistan-cikisi-516568h.htm)
Davutoğlu’nun
“hiç kimseyle savaşmadan, hiç kimseyi düşman ilan etmeden,
hiçbir sınıra saygısızlık yapmadan” yapacağı bu genişleme/ birleştirme
operasyonunu Başbakan Erdoğan’ın nasıl hayâl ettiğini ve ne gibi bir dille
sunduğunu hatırlamak istiyorsanız bkz. “Sivil Hükümetin Savaş Tamtamları”, 18 Eylül
2012, ve “Akaçakale’ye Top Mermisi ve Misillemeler”, 7 Ekim 2012.
On yılda AKP Anayasa’yı değiştire değiştire bitiremedi,
“değiştirilemez” maddelere kadar geldi dayandı ve onlara da göz dikti. Hedef
Türkiye Cumhuriyeti’nin ne Cumhuriyet’liğini bırakmak, ne de Türk’lüğünü! Bunun
yumuşatma taktiği yavaş yavaş milli bayramları unutturmak, TC’leri ufak ufak
kaldırmak, isteyeni istemeyeni İmam Hatip öğrencisi yapmak, hepimizi gönülden
olmazsak zorla aynı dinin aynı mezhebinin ümmeti yapmak. Bu operasyonu biryerlerde
birilerinin planladığını operasyonun
destekçileri bile inkâr etmiyor (bkz. Tuncay Güney’in sözleri, “ÇığlıkAtılası”, 12 Şubat 2013).
Bu operasyonu planlayanlar Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin
yapay bir olgu olduğunu, Atatürk’ün Hitler, Mussolini, Stalin, Çavuşesku gibi
zorlamayla halka kabul ettirilen bir diktatör olduğunu, zorlamanın kalkmasıyla
birlikte Türk halkının koşa koşa gönlünde yatan Şeriat'a döneceğini
varsaymışlar, "bu madem böyle olacak, bari liderleri bizden olsun da Türklerin İslâmı
ılımlı olsun" (altyazı: “bize karşı yumuşak ve itaatkâr olsun, bizim
menfatimize göre Arapları da hizaya çeksin, petrol pompalarının musluğu da
bizim elimizde olsun”) demişler.
Özgürlük istiyorlar! (2009)
(Görüntü medyadan.)
Özgürlük tadıyorlar! 23 Nisan çocukları 2012.
(Görüntü medyadan.)
Çocuklar için bunun anlamı: daha çok Din, daha çok Arapça
dua, daha az Atatürk, daha az milli gurur. Bu bağlamda yine birilerinin aklına
bir şey gelmiş: haydi Çocuk Bayramı’nı bir Müslüman Noel’ine çevirelim, Hz.İsa’nın
doğüm günü gibi Hz. Muhammed’in doğum gününu çoluk çocuk kutladığımız bir hafta
olsun, adına da Kutlu Doğum Haftası deriz! Bunu da 23 Nisan’a rastlatırsak zamanla ilk meclisti
kutuluş savaşıydı unutulur gider, çocukların bayramını tatlı tatlı
hissettirmeden çalıvermiş oluruz!
Ama durun bir dakika, İslam’da dinî bayramlar bir ay takvimi
olan Hicrî takvime göre kutlanır, Ramazan ayının, Kurban Bayramı’nın her sene 11
gün kaymasından bunu hepimiz biliriz. Kandiller deseniz onlar da öyle: zaten
Hz. Muhammed’in doğum gününün kutlandığı bir Kandil de var, adı Mevlid Kandili,
Hicri 12 Rebiülevvel (2013’te 23 Ocak). “Kutlu Doğum Haftası” nasıl oluyor da 23
Nisan civarında çakılıp kalıyor?
Ama kaynaklar Hz. Muhammed’in doğumunu, kesin olmamakla
birlikte, daha ziyade 570 olarak veriyorlar, bu durumda Hz. Muhammed’in doğduğu
gün 11 gün sonraya, 1 Mayıs’a gelmiş
olmalı. Aslında Sünni dünyasında 12 Rebiülevvel kabul görmüşse de, bu bile
kesin değil; aşağıdaki site 9 değişik muhtemel tarih veriyor; bunlardan birisi
de Şiilerin kabul ettiği 17 Rebiülevvel.
Bundan böyle Kutlu Doğum Haftası 23 Nisan Ulusal
Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı içine alacak, anlamsızlaştıracak, ve Fethullah
Gülen Hocaefendi’nin doğum günüyle noktalanacaktır.
Kutlu Doğum Haftası etkinliği, Bingöl, 2013.
(Görüntü medyadan.)
Hesap doğrudur, yanlıştır, maksatlıdır,
masumdur, öyle ya da böyle çocuklara verilen mesaj şu: 1927’den beri 23 Nisan’ın
her nesle vadettiği mutlu geleceği, zor şartlarla kazanılmış özgür ve uygar bir
hayatı, içine doğduğunuz Türk Milleti denen aileye ait olmanın gururunu,
hepsini, hepsini unutun! Artık kutlamanız gereken şey yüreğinizle değil, bir
önşart olarak kabul ettiğiniz bir dindir, dualarınız sözlerini anlamadan
ezberleyip tekrar edeceğiniz sözlerdir, çünkü size Tanrı’yı, bir papağanın
ağzından kendi sözlerini duyarak eğlenmek isteyen bir insan gibi anlatıyorlar,
anlamadan, hissetmeden, korkarak, korkunuzu “sevgi” zannederek!
Nuri Kurtcebe'nin bir karikatürü.
(Nuri Hoca'nın kalemini nasıl kırdıklarını hatırlamak için
Kovboylar mı dediniz çocuklar? Seyredin, okuyun, oynayın
çok istiyorsanız, ama unutmayın ki onların yeri sonunda cehennemdir! Hele ki
zorbayla, adaletsizlikle gereğinde yapayalnız yüzleşen kovboy kahramanlar vardır ya, aman
sakın onlara benzemeye kalkmayın- o zaman bir bakarsınız, mazallah, deccal
Mustafa Kemal gibi oluvermişsiniz. Siz itaat edin, biat edin, soru filan da sormayın. (Günah!) Biz biliriz hangi kovboyların emrine uyacağımızı, biz onlara uyarız, siz bize itaat edin!
Gregory Peck "Kahraman Şerif" (High Noon, yön. Frank Zinnemann, 1952) filminde Will Kane rolünde.Haydut Frank Miller ve çetesi intikam için gelmektediir. Korkuya kapılan kasaba halkı, evlerine saklanmış, şeriflerini yalnız bırakmıştır. Şerif haydutlarla yalnız yüzleşecektir, bire karşı dört! Çocuklara çok kötü bir örnek, bir kere Müslüman değil, dahası, fazla Mustafa Kemal gibi!
Ama sürpriz! Meğer Türk halkının çoğu Cumhuriyet'ini
yabancılamıyormuş, diktatör Atatürk’e gösterilen saygı zorlama değilmiş, “Allahsız”
lâik Cumhuriyet’i inançlarına, ibadetlerine bir engel olarak görmemişler, “ah
bir kurtulsak da Şeriat’a dönsek” demiyorlarmış. Bu sene 23 Nisan’da Anıt Kabir’e
gittik. Ulusal Kanal’dan ya da başka
bir yerden bu yönde bir çağrı yapılmamıştı, 29 Ekim ve 10 Kasım’da olduğu gibi,
(Bkz. “Cumhuriyet Bayramı’nda Ne Gördüm”, 1 Kasım 2012, “Simba ve 10 Kasım”, 13
Kasım 2012.) ama bir çok yurttaşımız bizim gibi o gün oraya gitme arzusunu
duymuştu- hem de Çocuk Bayramı’na yakışacak şekilde çoğu çocuklarını da
getirmişti! Aşağıda, İngilizce metinden hemen önce, 23 Nisan 2013 Anıt Kabir
izlenimlerimin bir videoklip’ini göreceksiniz.
Ata'yı ziyaret eden minikler: onların geleceği!
(Görüntü kendi objektifimde.)
Anıt Kabir'de Ata'ya saygı ve şükran ziyareti kuyruğu: 23 nİSAN 2013.
(Görüntü kendi objektifimden..)
Onun altına bir videoklip daha var. Bu da o gün ilk defa
toplanan “Milli Merkez” izlenimlerimdir. Hükümet malum, polis ve hukuka irticai karşı
devrimin amaçları doğrultusunda sızılmış, TSK kafese konmuş, basın satın
alınmış, hapisaneler sözde terör örgütünün sözde üyeleriyle dolmuş, mecliste
muhalefet işe yaramaz bir gürültü makinesini andırıyor; bu durumda tek çare partiler
ötesi alternatif bir yapıda birleşmekti, 1920 yılında aynı tarihte birleşerek işgalci müttefiklere ve onların
kuklası hâline gelmiş Padişah’a başkaldıran o ilk meclis gibi. Bu yolda bir
çağrı yapıldı. Videoklipte o çağrıya cevap verenleri göreceksiniz.
Yukarıda: Milli Merkez; Ankara Yeni Mahalle'de
Nazım Hikmet Kültür Merkezi önü,
23 Nisan 2013.
Görmeye alıştığımız kahramanları gördük tekrar;
Gülcemal Karakoç.
(Bkz: "Kahraman Olmak", 12 Ocak 2013, "Balyoza Balyoz", 5 Şubat 2013,
"Provokasyon: Silivri, 8 Nisan", 13 Nisan 2013.)
Ve görmeye alışmadığımız bazı yeni kahramanlarla da karşılaştık.
Yukarıda: dik duruş sergilemek için bacaklar bile şart değil.
(Görüntü kendi objektifimden.)
Solda: Yapılan kötülükleri görmek için gözler bile gereksiz. (Görüntü kendi objektifimden.)
Aşağıda: Milli Merkez büyük final; salon boşalıp içerdekiler dışarıdakilere katıldıktan sonra.
(Görüntü kendi objektifimden.
Bütün bunlar çocuklarımız nesiller boyu 23 Nisan Çocuk Bayramını kutlamaya devam edebilsinler diye!
23 Nisan 2003 Google internet sayfası.
Videoklip:
Anıt Kabir, 23 Nisan 2013
(Görüntüler kendi objektifimden.)
Videoclip:
Ataturk's mausoleum in Ankara,
April 23rd, 2013.
(İmages from my own camera.)
Videoklip:
Milli Merkez Kurultayı
Nazım Hikmet Kültür Merkezi, 23 Nisan 2013.
(Görüntüler kendi objektifimden.)
Videoclip:
The "National Center" convention,
Nazım Hikmet Cultural Center, Ankara, April 23rd 2013.
(Images from my own camera.)
ENGLISH The footnote links do not
work; you will have to scroll down to to the footnotes for expanded
information. Opening the blogsite on two seperate windows and keeping
one on the footnotes will make it easier to go back and forth. Sorry for
the inconvenience, I'm no expert!. Other links should work.
YİRMİÜÇ
NİSAN (“Yeermeeyeutchneesahn”)- five syllables so strongly
stamped in the collective memory of the generations of Turkish children growing
up in Ataturk’s Republic! Even before we knew the names of numbers and months,
we understood the string of sounds as a concept: the “Children’s Holiday”. To
be sure, there were other important days of the year, such as the other
national holidays, the significance of which went over our heads, the religious
ones which had to do with Allah who saw and judged all so we had better behave-
but the candy and the hot pita was good- new year’s eve when we just had to
have fun- or if didn’t, we pretended- mothers’ day when we spent our allowances
on gifts for our mothers, fathers’day which we often forgot because it was
summer already and we had other things on our minds, and assorted local
occasions and celebrations, but “Yeermeeyeutchneesahn” was ours, a day given to us “kids”, and as such it was inherently
cheerful!
Our elders would point at a photo or a stern-faced bust
of a man and tell us he was the one
who gave us this day. Sometimes they would call him “Mustafa Kemal”, sometimes
“Ataturk”, sometimes just “our Ata”; it seems they couldn’t make up their minds
either! He must be a nice man in spite of his stern expression, we would think,
giving us a whole day just for ourselves like that![1]
As we grew up and learned the numbers and months and
realized “Yeermeeyeutchneesahn” was really “yirmi-üç-Nisan”, the 23rd of April.
At school we were told to love and respect this “Mustafa Kemal” or Ataturk” or
“Ata”; the reasons didn’t become immediately clear to us, but we caught on that
there was more involved than a “children’s holiday”!
Our Day!
We learned, with time, that our country had been defeated
in the First World War, that we were occupied and partitioned, that the Sultan
and his Government in Istanbul had been unable or unwilling to resist, that
there were splintered regional attempts to curtail the invasion, that an
officer named Mustafa Kemal, already a war hero, went to Anatolia[2]
where he managed to unite the different factions in a unified parliament in
Ankara, on April 23rd, 1920. We learned that this new “Government of the
Parliament” became the heart of the resistance, mustering an organized army[3]
and finally achieving victory in 1922, forcing the allies back to the
negotiating table, sidetracking the Sultan’s government, wresting back from the
victors of the Great War the right to remain a unified and independent state
which on October 29th, 1923 became the Republic of Turkey.[4]
April 23rd, the day that parliament convened in Ankara,
became “National Sovereignity Day”, the day the Turkish people took its destiny
in its own hands, no longer authorizing a dynasty or any foreign power to make
decisions in its name. We were told that this Mustafa Kemal, this Ataturk, our
“Ata”, stern of face but warm of heart, had given this day to us children,
because we were the adults of tomorrow, and this “national sovereignity” was
for us to enjoy and to exercise in the future.
Mustafa Kemal (later Ataturk) at the balcony of the first parliament in Ankara. The photo is from January 11th, 1921, nine months after the opening, right in the midst of the Turkish War of Independence.
We children were told to love, fear, and respect, and
obey other powerful entities- Allah, and his Prophet Mohammed. Some grownups
were more empathic about this, some less, some hardly dwelt on the subject,
some would speak of nothing else! But whereas the stories of “our Ata” were
supported by photographs and authentic museum pieces, the stories of Allah and
his Prophet Mohammed were full of mystery and more than a whiff of the
supernatural.[5] Once
in a while an adult with nothing better to do with his/her imagination would
spin a tale about the terrible horrors wrought upon unbelievers by Allah, his
Prophet, and even by the Holy Koran itself, and the tale would spread like
wildfire among kids, who always display a natural weakness for eerie stuff. Each
wide-eyed boy and girl would add suitable exaggerations and pass it on, often
swearing with the accustomed formula: “Let the Koran strike me down if I’m
lying!”
The language of Islam is Arabic- and in spite of many
borrowings from that language into the Turkish vocabulary, Arabic is completely
incomprehensible to Turkish speakers. Prayers are routinely recited in Arabic,
the Muezzin’s call to prayer is chanted in Arabic, and we don’t understand a
word. Not being understandable, it becomes even more mysterious, otherworldly,
supernatural, and, yes, even eerie! The insistence on keeping the prayers and
incantations in Arabic serves well to control the masses through fear of the
unseen, the scarcely understood, lending power and authority to any hodja or
mullah who claims to hold the key[6].
The Turkish people, ever suffering from low literacy, regarded the swirling
Arabic script with the same kind of reverence it reserved to the Arabic
incantation. When Ataturk introduced latin characters for the Turkish Language,
this increased literacy, but did nothing to reduce the adulation of the cryptic
Arabic script!
Meanwhile, we children watched westerns in the movies, in comic books,
and played at being cowboys. There was something confusing about emulating
cowboy heroes who were manifestly not Muslims and therefore did not have their
places reserved in heaven, but we tried not to dwell on that discrepancy.
Most of my generation will remember the adventures ofyoung Captain Tommiks, (originally Captain Miki, an Italian comic) here trying to appease jealous sweetheart Suzi. How much did it bother us that they were not Muslims? Did we believe Tom and Suzi would end up in hell?
We would
also see tourists, and even people from other countries who had married into
Turkish families, and were further confused about where they would end up. Would the couple necessarily have to be
seperated in the afterlife?
And our history books also wanted us to be proud of
forefathers who dwelt in Central Asia, then migrated steadily westwards forming
nation after nation. A good deal of them were never Muslims, but we were meant to
revere them anyway![7]
Then as we came to realized that not all Turkish citizens
were Muslims, things became harder to reconcile. (But April 23rd was for all their children as well!)
And where did Mustafa Kemal, “our Ata”, figure in all of
this! We were told that we had been invaded, that even the Sultan-Caliph had
been in treason, that the Invaders were Christians, mistreated the good Muslim
Turks, but that Mustafa Kemal managed to rally the good Turkish people who
charged the enemy with the battle cry of “Allah Allah” drove them out! So he
must have been a good Muslim Turk, and the bad Christians who died on the
Turkish bayonets must have gone to hell, as, according to some grownups,
infidels do. This seemed consistent with what we were hearing about Islam!
But we were also told that, after “our Ata” saved the
country and made peace, he became friends with everybody, and not only that,
started to invite them, and even learn from them! He was a most gracious host
to the English King Edward the VIII- we saw photos!
Extending the hand of friendship after years of conflict: President Kemal Ataturk helping King Edward VIII out of a rowboat in Istanbul, September 1936.
Our “Ata” also introduced
Western attire, calender, alphabet, weights and measures, law, science, and
Western style equal rights for women, doing away with the veil and polygamy[8].
He welcomed Western influences in the arts, and invited the best
representatives of the arts and sciences of the West to perform and to teach.
All this did not gel very well with what we were being told about the supermacy
of the Koran but it did make it acceptable for us kids to make role models out
of cowboys!
For 35 years Turkish Radio and Television (TRT) hosts an international Children's Festival on april 23rd, in keeping with Atatürk's concepts of a day given for children, and a nation open to the world. Here, representatives of the groups from 45 countries as guestrs of the TRT in Ankara, 2013.
(Image from the media.)
Ataturk, the saviour of the “Muslim Turks” had taken the
daring step of making his republic secular. Whatever the beliefs of the
citizens, the Turkish State was not to be Islamic, in fact, it was to be
completely divorced of religious considerations outside of normal services to
citizens when required. It was a laudable concept. Many pious muslims did not
understand this, but because nothing much changed for the pious, they could
have perfectly accomodated themselves to this way of looking at things.[9]
In the Republic of Turkey, you were to be a Muslim if you wanted to be so, not because you were told to be so! Still, there were many who sought power and control
by exploiting the suspicions, fears, and the superstitions of the simple
faithful.[10]
Our young minds learned to accomodate these opposing
concepts and somehow live with them all, not realizing that the latent tension
would one day be insturmental in pulling the Republic of Turkey apart!
Since the AKP[11]
came to power, Recep Tayyip Erdoğan became Prime Minister, and Abdullah Gül
President, the Republic has entered a process of disintegration that feels more
like a nightmare than reality. The éminence
grise behind this newly hatched party was an exiled Turkish cleric named
Fethullah Gülen.[12]
Gülen and Erdoğan: two faces of the same raw deal!
(The lightbulb is the emblem of the AKP.)
The arrests came in wave after wave, the most respected and influential
spokesmen for Ataturk’s secular Republic found themselves imprisoned for
“terrorist activity”.[13]
The single most powerful hold of the AKP over the public has been religion, the
surefire vote-getter, the opiate that can make the masses ignore the fact that
their country is being pulled away right from under their feet! And, irony of
ironies, all the while feeding on dreams of the aggressively expansionist
glories of the Ottomans, for centuries the swords of Islam![14]
The institutions of the Republic are being dismantled either by privatization
and selling- often to foreign “global” enterprises- like state-owned banks,
railways, oil refineries, hospitals, schools- or outright liquidation, like the
mercheant fleet. The armed forces, already decimated through the arrests and
trials of the “conspiracy” allegations, is made to yield more and more of their
area of reponsibility to the police. Throughout its ten years in power the AKP
has never so much as paused in its meddling with the constitution; not even its
narrow margin of victory on the referendum of September 12th, 2010 has appeased
its hunger. Now Erdoğan’s AKP is poised to deal the final blow: the
“unalterable” clauses.[15]
Never mind that the AKP has opened the way to the seperation of the eastern
provinces as an independent Kurdistan through direct talks with (imprisoned)
PKK leader Abdullah Öcalan, the very existence of a secular Turkish Republic,
or any kind of Turkish Republic, or indeed anything Turkish, is on the
crosshairs.[16]
The opposition, CHP and MHP[17],
loud as they can be in denouncing the AKP’s aims and tactics, keep lending
credence to the constitutional talks by staying at the table!
It is not even a secret anymore that the AKP aims to
dissolve the Turkish identity that holds the citizens of Turkey together,
replacing it with Islam- they have been making declarations to that effect for
quite some time now. Their backers abroad- even that is no longer a conspiracy
theory- were apparently convinced that Ataturk’s Republic was an artificial
entity, held together by force, with no real support from the population.[18]
This grand project was launched on the assumption that once Turkey was “liberated”
from the artificially enforced adulation of the Republic’s founder, once
Atatürk went the way of other dictators like Stalin, Mussolini, Hitler, and
Ceausescu, the Turks would revert to their Muslim selves, pious to the point of
gullibility!
So the AKP started using this excuse and that to cancel national
celebrations, while exaggerating religious ones in the extreme.[19]
The AKP leaders frequently suffered health problems when it came to fulfilling
their duties in observing national occasions, or else, they have important
matters to discuss in faraway places.[20]
Children demanding "unconditional, unlimited freedom for the headscarf", 2009.
(Image from the media.)
April 23rd in, 2012.
(Image from the media.)
For the children it meant: less patriotism, more religion
on their day as well. Someone
somewhere hit on the great idea of providing them with a Muslim Christmas and
they hatched something called “The Felicitious Birth Week”[21],
to coincide with April 23rd, apparently to weken and ultimately remove the
historic connection of “Children’s Holiday” with the convening of the Ankara
parliament in 1920 and by inference with the birth of Ataturk’s secular
Republic, and pulling it into the realm of Islam, with all the veils of mystery
they are so happy to weave around it.[22]
Turkish speaking children memorizing the Arabic text of the Koran, without understanding a single word, in a Koranic class.
(Image from the media.)
That this “Felicitious Birth Week” is a direct assault on April 23rd,
“Children’s Holiday”, becomes more obvious when one considers the fact that all
Muslim holidays are observed according to the lunar calendar, moving 11 days
earlier each year. Only this newly concocted “Felicitious Birth Week” is
anchored around April 23rd.[23]
The traditional celebration of the birth of the Prophet is the Mawlid, on the
the 12th of Rabi-al-Awwal according to the Islamic lunar calendar. On 571, this
is supposed to have landed on April 20th, though the generally accepted year is 570![24]
There are some sceptics who point out that Fethullah Gülen himself was born on April
27th, 1941.[25] A
“week” of celebration would plow right through our “Children’s Holiday” and
culminate on the 27th.
Celebrating the "Felicitious Birth Week" in Bingöl, 2013.
(Image from the media.)
These are all niceties, the outcome for Turkish children
is: forget about the refresing celebration of a free and civilized life won
through great sacrifice against overwhelming odds, the pride and joy of
belonging to this great young family called the Turkish nation you have been
told you belong to, forget about the hope in a happy future that April 23rd has
promised every young generation growing up in this country since 1927. Forget
it, forget it all, celebrate a religion you must accept not with your heart,
but as a precondition, with prayers you must repeat from memory without
understanding a word, to honor a God that is apparently happy to hear his own
words repeated without awareness, as if amusing himself with a pet parakeet.
"This is the question: TO BE or NOT TO BE"
Cartoonist Nuri Kurtcebe's view on what is in store for Turkish children.
(For how the powerful pencil of Nuri Kurrtcebe was silenced, see
"A Pencil Jab that Hurt", 16 March- Mart 2013.
Cowboys?
Watch them if you must, but remember they must go to hell in the end! And
certainly do not emulate the lonesome cowboy who stands alone to face
injustice- too much like Mustafa Kemal, who will go to hell anyway. You just
learn to obey- no questions. We know
which cowboys to obey, we obey them, you obey us!
Gregory Peck in High Noon (1952, Dir. Fred Zinnemann) as marshal Will Kane, left alone by the frightened citizens of Hadleyville to face Frank Miller and his gang alone. Undaunted, he goes to face his destiny, one against four. A highly unsuitable role model; not a Muslim, and far too much like Ataturk!
But surprise surprise, the Turkish nation does not feel
the Republic is an artificial entity, most Turks are not yearning to be rid of
the “dictatorial” Ataturk, they do not feel the “godless” secular Republic has
been an obstruction to their faith. On the 23rd of April this year we visited
Ataturk’s mausoleum in Ankara, and were pleasantly surprised to see how many
had had the same idea- even though there hadn’t been an appeal for an action
like on Nov. 10th an Oct. 29th[26].
You will see a videoclip of my impressions that day.
Children visiting their Ata; their day, their future!
(Image from my own camera.)
Queuing to express their gratitude; Atatürk's mausoleum, Ankara, April 23rd, 2013.
(Image from my own camera.)
Just under that, there is another videoclip; that is a
montage of my impressions of the “National Center Congress” held that same
afternoon. Because the opposition in parliament is so ineffectual, and because
the nation is tied hand and foot through a compromised judiciary, an
infiltrated police organization, a practically disbanded army, a bought up
press, and prisons hungry for yet more alleged “terrorists”, there was a call
to unite in a new “National Center”, almost an alternative parliament, like the
one that assembled on the same day in 1920, defying the defeated puppet
government of the Sultan in Istanbul, defying their overlords, the victorious
allies.
Above:
Outside the Nazım Hikmet Cultural Center,
"The National Center Congress",Yenimahalle, Ankara, April 23rd, 2013.
And some unusual, extraordinary heroes as well! Above: Standing up for what is right!
Left: Even the blind can see the wrong that is being done!
(Images from my own camera.)
Below: General view of the "Finale", the people in the auditorium having joined those outside!
(Image from my own camera.)
The videoclip montage at the beginning of the English text will give an impression of the people who
answered the call.
So that our children may keep celebrating “their
holiday”, on April 23rd, “Yeermeeyeutchneesahn”,
for years and years, generation after generation!
Turkish Google web page for April 23rd, 2013.
[1] The real name of the founder of the
Turkish Republic is Mustafa. The
second name, Kemal (“Perfection”),
was given to him by another Mustafa, Capt. Mustafa Sabri, his mathematics
teacher at military school who appreciated his student’s quick learning. Turks
had no official family names at the time.
After
the successful culmination of the war of independence in 1922 and the founding of the Republic on October
29th, 1923, Mustafa Kemal, now the first President, initiated an extensive
program of reforms. One such reform was the “Surname Law”, the law requiring
every Turkish citizen to have a family name. It was passed on June 21st, 1934,
and put into effect on July 2nd. On November 4th of the same year the Parliaement
conferred the surname Atatürk to
President Mustafa Kemal. Ata means
“forefather” (and also father in many Turkish dialects), so Atatürk is the “father” or “Forefather”
of the Turks.A commonly used expression
of endearment when referring to the founder is Atamız= “our Ata”!
[2] Disembarking at the port of Samsun,
May 19th, 1919. The next national holiday coming up commemorates this occasion
and promises further tension between the government and the Kemalist opponents.
[3]Kuvva-yı
Milliye, “National Forces”. [4]During
the new peace conference in Lausanne there was an attempt on the part of the
allies to divide the Turkish front by inviting representatives of both Mustafa
Kemal’s Parliament in Ankara, and the puppet Sultan in Istanbul. Grand Vizir
Rıza Tevfik, representing the Sultan, bowed out, acknowledging the Government
of the Ankara parliament as the sole authority to negotiate terms. After long
bargaining and haggling, the Government of the Ankara Parliament signed the
precious Lausanne treaty on July 24th, 1923, assuring a sovereign and unified
Turkish state. Three monts later, on October 29th, 1923, the Republic of Turkey
was declared, officially ending the Ottoman era. Today’s AKP government is
attempting to reverse this! (Words of Minister of Exterior Ahmet Davutoğlu: "for us, the last century opened a bracket, which we will now close", speech delivered in Bursa on March 3rd, 2013, same speech as the one I refer to in footnote 14.) For the spectacle of the Turkish Government
attempting to curtail public celebrationation of Republic Day 2012 see: “What I Saw on Republic Day”, 1 November-Kasım 2012.
[5] The only museum pieces remaining from
the prophet and reputedly authentic are the holy relics kept at the Topkapı
Palace museum, including the Prophet Mohammed’s bow, swords, earth from his grave, a garment, a
footprint, and a single hair from his beard. They were brought to Istanbul by
Sultan Selim I, “the Grim”, on his return from his conquests in Arab lands
including Egypt.
Selim
also brought back a real live Caliph, Mutawakkil III, the last of the Abbasid
dynasty. From him Selim ceremoniously took over the office; the Sultans of the
House of Osman would henceforward be
Caliphs of Islam as well, in effect the Muslim Popes. (Ironically, this was exactly
the point in time when Martin Luther was challenging the authority of the
Catholic Pope in Europe-1517 was the
year he hammered the 95 Theses on the
portal of the Schloßkirche
in Wittenberg.It can be said the
Ottoman Empire was entering an era of more authoritative religion when Europe
was starting to question it.
[6] Spokesmen for Islam will tell you
that in Islam, there is no “intermediary clergy” to stand between the individual and the Almighty.
Even if this might be true in theory- and I am not convinced- it is far from the case in reality. The Sultan of
Turkey was the Caliph of Islam until Ataturk abolished both offices. (The
Sultanate on Novemer 1 st, 1922, the Caliphate on March 3rd, 1924.) A Caliph, as
the supreme head of Islam, his Ulema-
the “Knowledgeable” of the Faith- and their head the Sheikh-ul Islam, constituted as powerful and authoritative a class of
clergy as could be created. The myriad cults, creeds, and dens of dervishes
around the Empire held their own kind of control over the population. Ataturk
closed down most of these and at the same time tried to remove the mysterious
aspect of Islam, so open to exploitation, by having the Koran translated and
published, and even having the muezzins
chant, the traditional call to the prayer, in Turkish. (On January 30th, 1932,
the ezan, or the traditional call to prayer, was chanted in Turkish for the
very first time, from the Fatih Mosque in Istanbul.) This wise reform was
reversed on June 16th, 1950, by the Democratic Partyjust a month after it came to power with the
electionsofMay 14th 1950.
Todays
AKP government under Prime MinisterErdoğan and President Gül exploits religious sentiments to a degree
undreamed of by even the most right wing and retrograde government and party of
the Republican era, perhaps even the later Sultans, freely hinting at
dismantling the Republic completely and returning to the Ottoman system with
Sultan and Caliph. The old sects are back in business, not only enjoying legal
status but government favor, the system of education is being remodelled to
give “imams” and “hatips”- in effect, the clergy- , greater numbers and greater
power. Regular high schools are being converted to clerical schools- İmam Hatip Okulu- often against the
wishes of the students already studying in them, and their parents as well.
See: “A Fine Audience”, 7 March- Mart 2013.
The
“Cleric of Clerics” is of course the notorious Fethullah Gülen, resident in
Pennsylvania, wielding enormous power through his hundreds of schoolsacross the world. and lionized as well as
supportedby centers ofpower in the West for his “moderate” version
of Islam. The Republic of Turkey, secular since Ataturk, was never a representative
of “aggressive Islam”, being a NATO ally and recognizing Israel. The US/
European definition of “moderate Islam” is a dumbed down, superstitious Middle
East delivering cheap oil and obeying all wishes of the new globalism so long as
they come through the “intermediary clergy”. I have had frequent occasion to
allude to Mr. Gülen, see for example: “Adultery and Espionage”, 28 April- Nisan
2013.
[7] The tradition was of seventeen
independent Turkish states in succession throughout history, represented as a circle
of sixteen stars on the Turkish Presidential Seal, plus a sun at the center
for the presentone. Only nine of these
states embraced Islam ; for the greatest part of their history, Turkic races
practiced Shamanism.
There
are Turkic people who have chosen Christianity. We became aware ofthe Christian Gagauz ofMoldova only
after the collapse ofthe Soviet Union,
when they started to come seeking employment in Turkey because they speak a
version of Turkish very close to ours.
A
curious chapter of history is the Khazar Empire (one of the sixteen in the
circle); the Turkic population having converted en masse to Judaism, apparently
for political reasons. When that empire collapsed in at around 1000 AD, it’s
population apparently dispersed into Europe, their descendants probably sharing
the fate of the European Jews under Nazism. The history of the Khazar people
was the subject of the book The
Thirteenth Tribe by Arthur Koestler.
The
collapse of the Soviet Union has made the tradition of “The Seventeen free
Turkish States in History” irrevelant, seeing as so many more independent TurkicRepublics have emerged in the aftermath. (Azerbaijan,
Kazakhstan, Kyrgyzstan, Turkmenistan and
Uzbekistan. Not counting the autonomus Turkish entities in China and Russia, nor
the de facto “Turkish Republic of Northern Cyprus”, recognized only by Turkey.)
[8]Ataturk’s reforms included extending
the right to vote to women, even before some Western countries. This right was
given progressively, starting at the municipal level in 1930, culminating on Dec. 5th, 1934 with
full rights to vote and to stand for election at the highest level. French women had to wait
until 1944, Italian women until 1946, most of the Swiss until 1971, but some even longer, with the women of the the half-canton of Appenzell Innerrhoden
having to hold out until1990.
[9]Building, maintenance and staffing of
mosques, of clerical (İmam Hatip)
schools, services during the two religious feasts, undertaking rituals, organization
of Turkish Airlines flights to Mecca during the Haj (pilgrimage to Mecca)
season remained the responsibilities of the secular Turkish State.
[10] I mentioned in footnote 6 that Ataturk had
even had the Muezzin’s call translated and chanted in Turkish. This unique action
was reversed by the Democratic Party which returned to the tradition of abusing
religious sentiments to achieve power and maintain control. The Democratic Party was
overthrown in a military coup- much supported by the youth- on May 27th, 1960;
three of the party leaders were executed. The party’s policies left a scar in the
national consciousness, the coup left another one. Turkey never recovered from
either.
May
27th was celebrated as ”Victory and Constitution Day” afterwards, but feelings
were- and stll are- very much mixed about it. After the Military
Interventionof September 12th, 1980,
Gen. Kenan Evren suspended May 27th as a national holiday because it was
divisive. Now, with the AKP apparently
unstoppable, there is growing resentment that the Armed Forces, much maligned
for “meddling in politics”, is now staying out
of politics. After years of expressing anti-military
sentiment, few can make an about-turn to put in a good word for Gen. Evren for
the intervention of September 12th 1980. (But I do; see: “The Trial of Evrenand Şahinkaya” 1 December-Aralık 2012, "1980 minus One”, 1 December-Aralık 2012,
and “The Stuff they Hoarded?", 2 December-Aralık 2012.
The
issue of Secular vs. Islamist has continued to be debated. Though the Islamists
have constantly challenged the secular state, my personal conviction is that it was never secular enough! The practice of
putting “Islam” for one’s religon right on the citizenship identity cards at birth, based on what it says on the
parents’ cards, is as clear an abuse of the right to individual choice as any.
Many people live with it, even if they experience qualms. I did too, and would
have blithely continued . Then came the AKP, Erdoğan, Gül, Gülen et al.and filled me with so much
revulsion towardst their “Islamst “ policies that I have had the inscription
removed, exercising my right as a citizen of the (still) secular Turkish
Republic to decide personally on what and what not to believe in.
[11]Adalet
ve Kalkınma Partisi, “Justice and Development Party” ruling party by a
comfortable majority since Nov. 3rd, 2003,
[12]Gülen was a practising imam in
Turkey, whose preachings against the Secular System and his web of
indoctrination centers- called “Houses of Light”- brought him in conflict with
the secular system . He went on self imposed exile in the US in 1999, settling
in Saylorsburg, Pennsylvania, from which point he has been directing his
operations ever since. He was tried in absentia
in Turkeyunder anti-terrorism laws for“conspiring against to overthrow the state”. He was acquitted in 2006 because,
according to European Union harmonizaton rulings, to be a “terrorist organization”, the
said organization would have to have committed or at least prepared for violent
acts.
From his Pennsylvania ranch, Gülen exercises tremendous influence through
schools spread all over the world, commanding seemingly inexhaustible funds.
Apparently the US, finding in Gülen a useful tool through which to reshape the
Middle East, does not hesitate to use him to dismantle and destroy its
long-time NATO ally, the Turkish Republic, as a step in reshaping the Middle
East into a more Globalist-US-Israel-friendly form. Not that Secular Turkey was
a threat to any of these, but somehow needed to be sacrificed for “the greater
plan”. (The Greater Middle-East Project, see footnote 7 of "A Pencil Jab that Hurt", March 16th, 2013.)
The
Gülen cult infiltrated the police and judiciary and the next step was launched.
The lessons of Gülen’s trial was learned well: a terrorist organization must
have weapons. So weapons were hidden in houses, buried in fields, and
clandestine informants or captured convicts “denounced” targeted journalists.
intellectuals, academicians, and officers for alleged conspiracies to overthrow
the government by force. This has been the story of the Ergenekon and “Sledgehammer” roundups andtrials that have been going on for seven
years now, divesting the Turkish Republic of all institutions and intellectual
force willing and capable of protecting it.
Gülen
continues to enjoy the favor and acclaim of Westernstaespersons and intelligensia as a spokesman
for “moderate Islam.” In reality, the allegatons that had taken him to court
before his self-imposed exile in the US have turned out to be true- he has been leading an organization to
overthrow the existing Republic. As for
arms, they are in the hands of the police his cult has infiltrated!
[14] The AKP government is introducing the
coming “autonomy” of the Eastern provinces as a “federal” Kurdish entity as an expansion that will incorporate nothern
Iraq into a neo-Ottoman state. In a
speech he delivered in Bursa on March
3rd, 2013 Minister of Exterior Ahmet Davudoğlu declared his government’s aim “..to bind
Sarajevo to Damascus, Benghazi to Erzurum,and Batum. .. These may sound like
different countries today but 110 years ago Yemen and Skopje were in the same
country...”
Kurdish leaders tell another story. Selahattin Demirtaş,
co-chairmanofthe BDP (Barış
ve Demokrasi Partisi, “Peace and Democracy Party”, ethnic Kurdish party in
Turkey) declared on March 23rd, 2013 that“if in the future the people want an independent Kurdistan, no one can
stop this...”.
[15] The “unchangeable” clauses of the
Turkish constitution (by now Erdoğan’s AKP has changed practicallyeverything else):
1) The Turkish State is a Republic. 2)
The Turkish Republic is a democratic, secular State under Rule of Law, in a
spirit of national solidarity and of justice, respecting Human Rights, loyal to
Kemalist Nationalism and to the main principles delineated at the beginning.
3)The Turkish State, with its nation and territory, compose an undivisible
whole. It’s language is Turkish. It’s flag is the red flag with a white
crescent moon and star, as specified in the relevant law. It’s national anthem
is the “Independence March”. It’s capital is Ankara. 4) The declaration in
clause 1, to the effect that the form of government is a Republic, those in
clause 2 delineating the qualities of this Republic, and the precepts in clause
3 cannot be changed, nor may such a proposal be voiced.
Because
clause 4 says the first three cannot be changed, the AKP wants to start with 4.
Clever, clever!
[16] To appease Kurdish feelings, which
are really the feelings of the PKK and its sympathizers- I am sure no one has
made a survey of all the ethnic Kurdish population- parliamnetary talks on the
new constitution has called even for the suppression of the word Türk- for “Turk” and “Turkish”- from the
Turkish constitution.
[17] CHP= Cumhuriyet Halk Partisi(“Republican
People’s Party”) and MHP= Milliyetçi
Hareket Partisi (“National Movement Party”) are the two main opposition
parties, with their barks much worse than their bites. Also represented is the BDP=
Barış ve Demokrasi
Partisi, (The Party of Peace and
Democracy, the ethnic Kurdish party, the
deputies having been elected as independents to circumnavigate the 10% election
threshold imposed on parties. The BDP collaborates closely with the ruling AKP
on controversial issues like the new constitution in return forthe AKP’s overtures towards an autonomous,
eventually independent Kurdistan.
[18] In 1989
the Pentagon asked the Rand Corporation to submit a report on “the future of
Islam and radicalism in Turkey”.A study
group was formed under the leadership of Graham Fuller. For 20 years Fuller had been operations
officer for the CIA before becoming vice-chairman of the National Intelligence Council from
1986. Fuller left the CIA in 1988 for the Rand Corporation.
In the report, it was suggested that, to keepRadical Islam from coming to power, it was
necessary to give “moderate Islam” more leeway. The report acknowledges the
common goal of Islamists around the world to be the return to a theocratic
Islamist state structure (i.e. rule by Sharia,
Koranic Law, as state Law), but sees this outcome as an impossibility in
Turkey.
Shortly afterwards, in 1991, Clause 163 of the Turkish
Penal Code curtailing “...propaganda or persuasion towards foundingthe social, economic, political or judicial system
on religious principlesor the
exploitation of religious feelings for propaganda purposes...” was removed
under Prime Minister Özal, who often flaunted his chummy relationship with
George Bush Sr.
In December 2002 AKP leader Tayyip Erdoğan was in
Washington visiting George Bush Jr. The AKP had won a clear victory on the
elections of Nov. 3rd, 2002, only fifteen months after the party was founded on
August 14th 2001, a spectacular rise in Turkey where unestablished parties have
never had a chance. WhenErdoğan was
visiting Bush, he had not yet become Prime Minister, or even a Member of
Parliament, having been banned from politics at the time.President Bush did not even wait long enough
for Erdoğan to find a back door into the Parliament and the office of the Prime
Minister of Turkey to confer his blessings. The circuitious way Erdoğan took to
claim the title of Prime Minister is recounted in footnote 18 of “A Pencil Jab that Hurt”, 16 March- Mart 2013.
The above-mentioned George Fuller wrote a letter in
support of Fethullah Gülen’s visa application in the US in 2008.
[19] I expressed my disenchantment with
the religious celebrations in “Ramadan, August 30th, and Mr. Incredible”, 17
Ağustos- August 2012.
[20]This past 23rd of April Prime
Minister Erdoğan suffered a problem with his voice- unfortunately for the rest
of us, he recovered quickly. Last Nov. 10th, anniversary of Ataturk’s death,
Prime Minister Erdoğan was again unable to attend commemorative ceremonies,
being on an important state visit to the Sultan of Brunei. He will be with his
friend Barack Obama on May 19th.
[21]Kutlu
Doğum Haftası.
[22]An important bone of contention
between secular and “Islamist” Turks has been Koranic classes. There used to be
restrictions applied to them, they had to be licensed to operate. The Islamists
have always called these restrictions “oppression” and “infringement of
liberties”. The AKP has lifted all restrictions, and even encourages them. You
must relize that in these “Koranic Classes”, the students are MADE TO MEMORIZE
THE ENTIRE TEXT BY ROTE, they DO NOT, repeat NOT understand what they are
reding. These students, their ages getting ever younger (down to six now and
falling), are Turkish speakers; the classes do not include any instruction of
Arabic. When challenged on this point, the Islamists say the text is too
elevated for tefsir (“interpretation”)
by the layman. If you ask them why the students do not study it in Turkishn,
they say “it loses too much in translation.”
The
point here is they want the mystery, the veiled, not quite understood quality.
A “Muslim Christmas”” will not have
the charm,color and playfulnessof a Santa Claus Christmas familiar to
foreign readers. It will be veiled, sinister and opressive reflecting the
character of the people who are concocting it.
[23] The “Felicitious Birth Week” was
“invented” in 1989.
[24] I got the information about why April 20th was selected from: http://beyn.org/kutlu-dogum-haftasi-ile-mevlit-kandili-fark-nedirThe Prophet is generally believed to
have been born a year before 571, in 570. his birthday would have been 11 days later, on May 1st!
There are various date converters between the
Gregorian and Islamic calendars on the web but because the birth occured well
before the Hejra, year one of the Islamic calendar (622 AD), none of these
converters seems to be able to make a reliable conversion when the years run in
the negative.