TÜRKÇE
(For English text please scroll down.)
16 Şubat 2012’deki Vardiya
Bizde eylemi bu hafta daha az kalabalık ve yine ismi gibi “sessiz” geçti.
Bazı konuşmalar yapıldı, bazı şiirler söylendi, ama hoparlörler geçen haftaki
gibi gümbür gümbür olmayınca ses trafik ve kalabalığın içinde boğuldu.
Kendisi gelmese de görüntüsü bizi yalnız bırakmıyor!
Bu parti kamyonu devamlı oradadır!
16 Şubat 2013, Beşiktaş, İstanbul.
(Görüntü kendi objektifimden.)
Küçük Defne, Balyoz'dan16 sene hüküm giymiş babasının resmiyle.
(Görüntü kendi objektifimden.)
Bu kibar eylemi tutuklu subayların
eşleri ve yakınları gerçekleştiriliyor ve biz üçüncü defa katıldık.
Yok Ergenekon yok Balyoz yok casusuluk yok fuhuş derken
hükümet kendi ordusunu yiyip bitirecek- kendi evlatlarını yiyen Satürn gibi!
Francisco Goya, Satürn Oğlunu Yiyor.
Efsaneye göre Satürn, kendisine meydan okuyup yenmesinler diye kendi çocuklarını yermiş.
Ve
buna karşı bizim elimizden gelen tek şey “tasvip etmiyoruz” anlamına gelen bu
eylemleri yapmak, ihaneti kanıksamış bir milletin içinde biz kendimiz hain olmayacağımızı dünyaya ve
tarihe ilan etmek!
Daha geçen hafta cadı avı duruluyor gibi gözüküyordu. ABD elçisi Riccardione’nin Türk hukukunu eleştirici sözleri, Başbakan
Erdoğan’ın sorumluluğu “bağımsız” yargıya pas etme teşebbüsleri ve 9 Şubat’ta yoğun
bakımdaki Amiral Saygun’u ziyareti (Bkz. “Çığlık Atılası”, 12 Şubat 2013) saf
insanlarda ümit yaratmış olabilir ama birkaç gün içerisinde işler normal
seyrine girdi ve 28 Şubat soruşturması tekrar kızıştı! 14 Şubat 2013’te yedi emekli
subay sorgulanmaya çağırıldı ve dördü (üç general ve bir albay) tutuklanarak
Sincan cezaevine gönderildi. Kalanlar (üç general) adli kontrol şartıyla serbest
bırakıldı. Böylece “28 Şubat soruşturması” bahanesiyle tutuklu durumda
bulunanların sayısı 72’yı bulmuş oluyor, bunlardan 55’i emekli, 15’i muvazzaf
subay. Bunların içinde Engin Alan ve Çetin Doğan gibi zaten Balyoz’dan hüküm giymiş olanlar var.
Ağızlarına sakız yapa yapa 28 Şubat’ı bir “Darbe” olarak
sunmayı başardılar. Oysa 1997’de askerden önce basın alarm zillerini
çalmaktaydı ve Başbakan Erbakan ve- koalisyon da olsa- hükümeti hiç de güven
telkin edici davranmıyordu.
30 Ocak 1997’de Refah
Parti’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın düzenlediği Kudüs Gecesi’nde, oynanan “Cihad” isimli temsil, davetli gelen İran
elçisi Muhammed Rıza Bagheri’nin yaptığı ve sonradan Dışişleri Bakanlığı’na çağırılmasına
sebep olan konuşma irtica tehlikesinin somut belirtisi olarak görüldü. 4 Şubat
1997’de Sincan caddelerinden 20 tank ve 15 zırhlı araç geçti (Vikipedi'ye göre.)
Doğru, bu bir güç gösterisiydi
ama ne kimseyi ezdiler, ne de kimseye ateş ettiler. 30 Ağustos bayramlarında da
caddelerden geçerlerdi, halkın alkışları arasında. Evet, bayram havasında
geçmediler ama büsbütün olmadık bir manzara değildir. Bilakis Türkiye
Cumhuriyeti'ni "iç ve dış tehlikelere karşı korumakla" vazifelendirilmiş Silahlı
Kuvvetlerimizin tehlike sezdiği bir zamanda varlığını hatırlatması, hatta olabileceklerden korkanlara bu şekilde
güven vermesi en azından anlaşılabilir bir harekettir! Nitekim tehlikeyi gören Türk kadınları bir hafta sonra 11 Şubat 1997'de Ankara'da Şeriat karşıtı bir yürüyüş gerçekleştirdiler.
O tehlikenin ne
kadar gerçek olduğu bugün ortaya çıkmadı mı? 28 Şubat sürecinin irtica
tehlikesine karşı eğitim alanında getirdiği sekiz yıllık mecburi eğitimin AKP döneminde “demokratikleşme”
ve “özgürleşme” görüntüsüyle nasıl tersyüz edilerek çocuklarımızı gittikçe
yobazlaşan bir eğitim sürecinin avucuna atıldığını görmedik mi?
Evet, cadı avı yine başladı, ve “Adalet ve
Kalkınma Partisi”’nin “Adalet”’i nin adilleştiğini göremiyoruz! Orhan Aykut’un
ve Tuncay Güney’in delillerde sahtecilik ve işkence altında verilen ifadeler
yönünde yaptıkları açıklamaların pek bir etkisi olmuşa benzemiyor! (Bkz. "Balyoz’a Balyoz”, 5 Şubat 2013 ve “Çığlik Atılası”, 12 Şubat 2013.) Bunlara bir de 14
Şubat 2013’te Aydınlık’ta yayınlanan “Eski
bir emniyet müdürünün eşi olan F.K., Ergenekon’un temel ‘dayanağı’ sayılan 51
No’lu DVD’yi Emekli Albay Levent Göktaş’ın ofisine polislerin koyduğunu
açıkladı” şeklindeki haberi de savcı ve hakimler dikkate değer bulmadılar.
Pilotlarımız arasındaki istifa furyasına da yeni ve
korkunç bir açıklama geldi: şantaj! CHP Konya milletvekili Atilla Kart’ın
keşfedip meclise getirdiği bu skandal doğruysa hükümetimiz, ya da arkasındaki
güçler, subayların özel hayatlarını takibe alarak şantaj malzemesi olarak
kullanmış, hedef olan subaylar sorguya çekilip 28 Şubat’a kadar istifaları
istenmiş. (Neden “28 Şubat”? 2010’daki
Anayasa referandumunun 12 Eylül’e
rastlatılması gibi mi? Ya da 28 Şubat’tan önce yüksek rütbeli subayların irtica
tehlikesi hakkında toplantı yaptıkları Gölcük’te
yıllar sonra (6 Aralık 2010) Balyoz belgelerinin
bulunması gibi mi? Ya da 28 Şubat sürecinde tutuklananların, vaktiyle tankların
geçirildiği Sincan’da tutulmaları
gibi mi? Dramatik sembolizme meraklıyız galiba!)
Askerler bir ideale kendini adamış, güçlü bir vazife
bilinci ve taviz vermez bir onur anlayışına sahip muhariplerdir. Yaralanmak ve
ölmek pahasına emirlere itaat etmeleri beklenir. İşçiler ve diğer çalışanların
aksine grev yapamazlar. Varlık sebepleri kötü niyetli bir saldırganı
caydırmaktır, silahlarını onlar üzerine doğrulturlar. Yüzleri dış tehlikeye
karşı dehşetengiz, kendi yurttaşına karşı sevecen ve güven verici olmalıdır.
Eğitilmiş bir kaplan gibi yasal otoriteye tamamen itaatkâr olmak
durumundadırlar. Burada anahtar kelime yasal’dır.
Bundan da şu sonuç çıkıyor: silahlı ve eğitimli de
olsalar askerler içeriden, itaat etmeleri beklenen makamlardan gelebilecek
saldırılara karşı savunmasızdırlar! Baskı gören bir gazeteci ya da aykırı
düşüncelere sahip bir aydın gibi kaçıp başka bir ülkeye sığınmak bir askerin
kolay kolay içine sindirebileceği bir durum değildir.
Bir asker ancak üstündeki otorite yasallığını yitirdiği
zaman onurunu kaybetmeden itaatsizlik edebilir, meselâ despotik, saldırgan bir
diktatörlükte (Hitler’e karşı suikast teşebbüsünden idam edilmiş olan Albay
Claus von Stauffenberg bugün kendi milleti tarafından da kahraman addedilmektedir) veya düşmanla açıkça işbirliği yapan bir hükümetin varlığında
(İngiltere’ye kaçıp mücadelesini oradan yürüten Charles De Gaulle ya da Padişah
hükümetine itaat etmeyen Mustafa Kemal gibi). Bir asker böyle bir kararı kolay
kolay veremez, ancak uzun vicdan muhasebeleri yaptıktan ve davranışının olası sonuçlarını
iyice tarttıktan sonra itaatsizlik
noktasına varabilir.
Ben de bir asker ailesine mensubum, subaylar ve aileleri
bizim yakın dostlarımız, çocukları arkadaşlarım oldu. Ordumuzun subaylarının son
derece saygın ve onurlu insanlar olduklarından şüphe edecek hiçbir şeyle
karşılaşmadım.
Ve bu saygın ve onurlu insanlar Ergenekon ve Balyoz cadı avları süreci boyunca da
kendilerinden beklenen vakur ve itaatkârlığı göstermiş, yasallığını yitirmiş
bir otoriteye, bağımsızlığı ve adaleti kalmamış bir yargıya kendilerini beşer
onar teslim etmişlerdir!
Sağdaki resim:
(Kendi kameramdan.)
Birçok subayımız yurtdışı görevlerdeyken
Balyoz sorgulamaları için çağırılıyor ve çağrıya uyarak vatana dönüp tutuklanıyor!
Kurmay Allbay Murat Ataç da bu şerefli subaylardan biri!
Yeni Zelanda ve Avusturya
ataşe militerimizken
ifade vermek üzere çağırılınca
17000 km'den geliyor.
Şimdi Balyoz'dan 16 sene hüküm giymiş durumda.
Sessiz Çığlık'ta eşi resmini sessiz sessiz tutuyor.
(Bkz. "Balyoz", 6 Eylül 2012, "Balyoz Hükümleri", 22 Eylül 2012, ve "Balyoz Kararlarına Tepki", 26 Eylül 2012.)
Videoklip.
Sessiz Çığlık, İstanbul, 16 Şubat 2013.
(Görüntüler kendi kameramdan.)
Videoclip
"Silent Scream", Istanbul, February 16th, 2013.
(From my own camera.)
ENGLISH
The footnote links do not work; you will have to scroll down to to the footnotes for expanded information. Opening the blogsite on two seperate windows and keeping one on the footnotes will make it easier to go back and forth. Sorry for the inconvenience, I'm no expert!.
Other links should work.
The footnote links do not work; you will have to scroll down to to the footnotes for expanded information. Opening the blogsite on two seperate windows and keeping one on the footnotes will make it easier to go back and forth. Sorry for the inconvenience, I'm no expert!.
Other links should work.
“Silent Scream”, by Vardiya
Bizde (“Now it’s Our Shift”), Beşiktaş, Istanbul, February 16th,
2012. A good deal less crowded than last
week, and practically silent again. Some speeches, some poems, but with
loudspeakers less powerful than the last time round, much of what was said was
drowned out by the traffic.
No one would expect Prime Minister Erdoğan to show up, yet his image attends every single demostration- on this AKP campaign truck perpetually parked close at hand.
(Image from my own camera.)
Little Defne holding up the photograph of her father, condemned to 16 years in the "Sledgehammer" case.
(Image from my own camera.)
This is a movement of wives and families of
officers arrested, imprisoned and convicted on fabricated evidence and arrested
in wave after wave, in vengefulness and wrath, by a government that is bent destroying
its own army like Saturn devouring his own children!
Francisco Goya, Saturn Devouring his Son.
According to legend, Saturn devoured his children to keep them from challenging him.
There seemed to be a lull in the intensity of the
witchhunt for a while, what with US Ambassador Riccardione’s rap on the AKP’s knuckles, Prime Minister Erdoğan’s comments detaching himself from the
judiciary, and his surprise visit to Admiral Saygun in intensive care.[1] But
now it’s business as usual with officers arrested and otherwise harrassed with
the kind of malice and callousness we have come to expect from the AKP While
the “independent” Turkish judiciary leaves no stone unturned to unearth and pin every fragment of evidence against the soldiers (and always uncannily knows where
to look for them), it remains remarkably sceptical of anything that might
exonerate the defendants. The confessions of Orhan Aykut[2] and
Tuncay Güney[3]
didn’t seem to excite the curiosity of the prosecutors, nor did the new flash
news, published in Aydınlık, February
14th, 2013, quoting “F.K., the wife of a former Chief of Police” as
saying “the DVD Nr. 51 was placed in the office of Ret. Col. Levent Göktaş by
the police.”[4]
The recent news of the 110 resignations among pilots has
taken on a new light with the news from Aydınlık,
February 15th, 2013, that no less than 250 Air Force Personnel have
been questioned regarding their personal lives, supported with photos, and "ordered to resign" by February 28th.[5]
Speaking of February 28th...
The unexpected cordial visit of Prime Minister Erdoğan to
convalescent Ret. Admiral Saygun on February 9th, 2013[6] led
to some naive speculation about a mood swing on the part of the P.M., but now
it’s “no more Mr. Nice Guy” as the “February 28th” inquest is stepped up. Seven
retired officers were called in for questioning on February 14th, four of whom
have been remanded in custody.[7] With
the recent arrests the number of defendants in custody on charges relating to “February
28th” have thus reached 72. Of this number, 55 are retired officers and 15 in
active service and only two civilians. Some of the defendants had already been previously condemned to heavy sentences with the “Sledgehammer” verdicts.[8]
“February 28th” refers to the The National Security
Council[9]
Meeting of February 28th, 1997, and the anti-reactionary resolutions
that issued from it, which led to the collapse of the coalition Refah-DYP[10]
government at the time.
Of the partners, the Refah
Party was strongly reactionary, even fundamentalist. The press raised the alarm
of fundamentalist danger, and the actions and words of Prime Minister Erdoğan and
his Refah party were in no way
reassuring. Fearing a resurgence of anti-reactionary
fundamentalism, the Armed Forces showed some muscle by driving tanks through
Sincan on (February 4th, 1997), a suburb of Ankara where some strong seditious
fundamentalist activity had been observed[11]. The
National Security Council resolutions at the end of the month forced anti-fundamentalist
resolutions on Erbakan, which eventually led to his resignation and the
dissolution of the coalition.
The present AKP is now avenging the ousted Refah, and the February 28th
resolutions which it insists qualifies as a “coup”.[12]
Soldiers are warriors drilled with an ideal, with a
strong moral code and an uncompromising sense of honor. A soldier is expected
to obey orders at risk of life and limb. Unlike laboreres and office workers,
soldiers may not go on strike. Their function is to be a deterrent to a potential
agressor, on whom they must train their guns and cannons. They must show their
formidable face to the outside, while remaining benevolent and subservient at
home. Like a tamed tiger, they must be totally obedient to the legitimate
authority of their own country. The key word here is legitimate!
It follows directly from this that soldiers, armed and
trained as they are, remain vulnerable and exposed to threats from within, from
aggression directed towards them from the very authority they have sworn to
obey. Unlike a journalist or a renegade intellectual with controversial ideas,
they cannot easily find it in their conscience to defect abroad. Only in cases
of an authority losing its legitimacy can a soldier honorably be expected
to disobey, as in the case of an oppressive and warmongering dictatorship
(Colonel Claus von Stauffenberg was executed for treason but is today
considered a hero even in his own country for attempting to assassinate Hitler)
or a government in collusion with the enemy (Charles De Gaulle escaping to Britain to resist the collaborationist Vichy regime, or indeed our own Mustafa Kemal, later Ataturk, disobeying
the Sultan’s government in occupied Istanbul and setting up an unfettered
national assembly in the Anatolian heartland). A soldier cannot make such a
decision lightly, and only with a great deal of soul searching and weighing of
the consequences can he bring himself to disobey.
I myself being related to a military man, and having grown
up seeing officers and their families as close friends and acquaintances, have always had the impression that the officers of
our armed forces are indeed respectable men and women of honor. And indeed, throughout
the whole course of the “Sledgehammer” and Ergenekon
witchhunts, they have displayed the rectitude and obedience expected of them,
surrendering themselves in droves, to an authority that is hardly legitimate and
a judicial system that is no longer independent or anything like “just”!
Image on the left: (From my own camera.)
Staff Col. Murat Ataç was our country's military attaché to New Zealand and Australia. Like many other officers serving abroad, he obeyed the call to appear before the State Prosecutor. He ended up in prison, sentenced to 16 years for involvement in the alleged "Sledgehammer" (Balyoz) coup conspiracy. (See. "Sledgehammer", 6 September-Eylül 2012, "Sledgehammer Verdicts", 22 September- Eylül 2012, and "Reacting to the Sledgehammer Verdicts", 26 September- Eylül 2012).
The caption on the frame reads:
"The man who came 17 000 km. to be arrested."
Image on the left: (From my own camera.)
Staff Col. Murat Ataç was our country's military attaché to New Zealand and Australia. Like many other officers serving abroad, he obeyed the call to appear before the State Prosecutor. He ended up in prison, sentenced to 16 years for involvement in the alleged "Sledgehammer" (Balyoz) coup conspiracy. (See. "Sledgehammer", 6 September-Eylül 2012, "Sledgehammer Verdicts", 22 September- Eylül 2012, and "Reacting to the Sledgehammer Verdicts", 26 September- Eylül 2012).
The caption on the frame reads:
"The man who came 17 000 km. to be arrested."
[1] See“Makes You Want to Scream”, 12 February-Şubat 2013.
[2] See “Hammering the Sledgehammer”, 5 February-Şubat 2013.
[3] See “Makes You Want to Scream”, 12
February-Şubat 2013.
[4] Allegedly found, on January 7th 2009, in course of a police
razzia in the office of Col. Mustafa Levent Göktaş, The disc contains
compromising documents, including visuals of officers and members of the
judiciary supposedly assembled for blackmail purposes. Critics of the
government claim this disc was forged, as the attestation of "F.K." would
confirm, provided the courts would listen!
[5] Unearthed by Atilla Kart, CHP Member of Parliament for
Konya.
[6] See “Makes You Want to Scream”, 12 February-Şubat 2013.
[7] Six generals and a colonel were called in for
questioning, the colonel and three of the generals have been arrested and sent
to Sincan prison, Ankara. The three remaining generals have been released on condition
that they report regularly to the police.
[8] Such as Ret. Full-Gen. Çetin Doğan, already sentenced to
20 years, and retired Lieut. Gen. Engin Alan, to 18 years. Engin Alan was
elected Member of Parliament for the MHP while in custody in the elections
of June 12th 2011, and never allowed to serve.
[9] Milli Güvenlik Kurulu, the “National
Security Council”.
[10] The Refah (“Welfare”) Party of conservative Islamist Prime Minister
Necmettin Erbakan and Doğru Yol Partisi, the “True Path Party”, of Tansu Çiller.
[11] A play called Cihad (“Djihad”=”Holy
War”) put on by the Refah mayor of
Sincan on a “Jerusalem Night” (Kudüs
Gecesi) program, January 30th, 1997. The Iranian Ambassador Mohammed Reza
Bagheri was a guest and made a strongly fundamentalist speech, for which he was
later called to the Ministry of Exterior. The activity was roundly criticized
by the secular press of the time, and the tanks rolled through Sincan five days
later. Soon afterwards (February 11th, 1997) there was a women’s march in Ankara against the Sharia (Koranic
Law as state law, the dream of every fundamentalist.)
[12] The tanks rolled through Sincan, and the defendants of February
28th are incarcerated in Sincan
prison.
The
National Security Council resolutions of February 28th were preceded
by a meeting of high ranking officers at Gölcük
where our Navy has a primary base. There the dangers of reactionary Islam were discussed. When the AKP came to power, the Gölcük base became a particular target
of the "Sledgehammer" razzias (December 6th, 2010), and the Navy has been strongly hit during the Ergenekon, Sledgehammer, and the more
recent espionage inquests.
The
referendum for the AKP constitution (with which they still haven’t stopped meddling) was held on September 12th,
2010, anniversary of the military intervention of September 12th 1980.
Since
the AKP, and the Gülen “Community” (Cemaat)
behind it, seem to have a partiality for this kind of symbolism, can I be blamed
for suspecting a special significance behind the “February 28th” deadline for the resignation
of our pilots?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder