19 Şubat 2013 Salı

ÇOCUKLARINI YİYEN-DEVOURING HIS OWN CHILDREN


TÜRKÇE (For English text please scroll down.)

16 Şubat 2012’deki Vardiya Bizde eylemi bu hafta daha az kalabalık ve yine ismi gibi “sessiz” geçti. Bazı konuşmalar yapıldı, bazı şiirler söylendi, ama hoparlörler geçen haftaki gibi gümbür gümbür olmayınca ses trafik ve kalabalığın içinde boğuldu. 

Kendisi gelmese de görüntüsü bizi yalnız bırakmıyor!
Bu parti kamyonu devamlı oradadır!
16 Şubat 2013, Beşiktaş, İstanbul.
(Görüntü kendi objektifimden.)
 Küçük Defne, Balyoz'dan16 sene hüküm giymiş babasının resmiyle.
(Görüntü kendi objektifimden.)
Bu kibar eylemi tutuklu subayların eşleri ve yakınları  gerçekleştiriliyor ve biz üçüncü defa katıldık. Yok Ergenekon yok Balyoz yok casusuluk yok fuhuş derken hükümet kendi ordusunu yiyip bitirecek- kendi evlatlarını yiyen Satürn gibi! 
Francisco Goya, Satürn Oğlunu Yiyor.
Efsaneye göre Satürn, kendisine meydan okuyup yenmesinler diye kendi çocuklarını yermiş.

Ve buna karşı bizim elimizden gelen tek şey “tasvip etmiyoruz” anlamına gelen bu eylemleri yapmak, ihaneti kanıksamış bir milletin içinde biz kendimiz hain olmayacağımızı dünyaya ve tarihe ilan etmek!

Daha geçen hafta cadı avı duruluyor gibi gözüküyordu. ABD elçisi Riccardione’nin Türk hukukunu eleştirici sözleri, Başbakan Erdoğan’ın sorumluluğu “bağımsız” yargıya pas etme teşebbüsleri ve 9 Şubat’ta yoğun bakımdaki Amiral Saygun’u ziyareti (Bkz. “Çığlık Atılası”, 12 Şubat 2013) saf insanlarda ümit yaratmış olabilir ama birkaç gün içerisinde işler normal seyrine girdi ve 28 Şubat soruşturması tekrar kızıştı! 14 Şubat 2013’te yedi emekli subay sorgulanmaya çağırıldı ve dördü (üç general ve bir albay) tutuklanarak Sincan cezaevine gönderildi. Kalanlar (üç general) adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Böylece “28 Şubat soruşturması” bahanesiyle tutuklu durumda bulunanların sayısı 72’yı bulmuş oluyor, bunlardan 55’i emekli, 15’i muvazzaf subay. Bunların içinde Engin Alan ve Çetin Doğan gibi zaten Balyoz’dan hüküm giymiş olanlar var.

Ağızlarına sakız yapa yapa 28 Şubat’ı bir “Darbe” olarak sunmayı başardılar. Oysa 1997’de askerden önce basın alarm zillerini çalmaktaydı ve Başbakan Erbakan ve- koalisyon da olsa- hükümeti hiç de güven telkin edici davranmıyordu.

30 Ocak 1997’de Refah Parti’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın düzenlediği Kudüs Gecesi’nde, oynanan “Cihad” isimli temsil, davetli gelen İran elçisi Muhammed Rıza Bagheri’nin yaptığı ve sonradan Dışişleri Bakanlığı’na çağırılmasına sebep olan konuşma irtica tehlikesinin somut belirtisi olarak görüldü. 4 Şubat 1997’de Sincan caddelerinden 20 tank ve 15 zırhlı araç geçti (Vikipedi'ye göre.)

Doğru, bu bir güç gösterisiydi ama ne kimseyi ezdiler, ne de kimseye ateş ettiler. 30 Ağustos bayramlarında da caddelerden geçerlerdi, halkın alkışları arasında. Evet, bayram havasında geçmediler ama büsbütün olmadık bir manzara değildir. Bilakis Türkiye Cumhuriyeti'ni "iç ve dış tehlikelere karşı korumakla" vazifelendirilmiş Silahlı Kuvvetlerimizin tehlike sezdiği bir zamanda varlığını hatırlatması, hatta olabileceklerden korkanlara bu şekilde güven vermesi en azından anlaşılabilir bir harekettir! Nitekim tehlikeyi gören Türk kadınları bir hafta sonra 11 Şubat 1997'de Ankara'da Şeriat karşıtı bir yürüyüş gerçekleştirdiler. 

O tehlikenin ne kadar gerçek olduğu bugün ortaya çıkmadı mı? 28 Şubat sürecinin irtica tehlikesine karşı eğitim alanında getirdiği sekiz yıllık mecburi eğitimin AKP döneminde “demokratikleşme” ve “özgürleşme” görüntüsüyle nasıl tersyüz edilerek çocuklarımızı gittikçe yobazlaşan bir eğitim sürecinin avucuna atıldığını görmedik mi?

Evet, cadı avı yine başladı, ve “Adalet ve Kalkınma Partisi”’nin “Adalet”’i nin adilleştiğini göremiyoruz! Orhan Aykut’un ve Tuncay Güney’in delillerde sahtecilik ve işkence altında verilen ifadeler yönünde yaptıkları açıklamaların pek bir etkisi olmuşa benzemiyor! (Bkz. "Balyoz’a Balyoz”, 5 Şubat 2013 ve “Çığlik Atılası”, 12 Şubat 2013.) Bunlara bir de 14 Şubat 2013’te Aydınlık’ta yayınlanan “Eski bir emniyet müdürünün eşi olan F.K., Ergenekon’un temel ‘dayanağı’ sayılan 51 No’lu DVD’yi Emekli Albay Levent Göktaş’ın ofisine polislerin koyduğunu açıkladı” şeklindeki haberi de savcı ve hakimler dikkate değer bulmadılar.

Pilotlarımız arasındaki istifa furyasına da yeni ve korkunç bir açıklama geldi: şantaj! CHP Konya milletvekili Atilla Kart’ın keşfedip meclise getirdiği bu skandal doğruysa hükümetimiz, ya da arkasındaki güçler, subayların özel hayatlarını takibe alarak şantaj malzemesi olarak kullanmış, hedef olan subaylar sorguya çekilip 28 Şubat’a kadar istifaları istenmiş. (Neden “28 Şubat”? 2010’daki Anayasa referandumunun 12 Eylül’e rastlatılması gibi mi? Ya da 28 Şubat’tan önce yüksek rütbeli subayların irtica tehlikesi hakkında toplantı yaptıkları Gölcük’te yıllar sonra (6 Aralık 2010) Balyoz belgelerinin bulunması gibi mi? Ya da 28 Şubat sürecinde tutuklananların, vaktiyle tankların geçirildiği Sincan’da tutulmaları gibi mi? Dramatik sembolizme meraklıyız galiba!)

Askerler bir ideale kendini adamış, güçlü bir vazife bilinci ve taviz vermez bir onur anlayışına sahip muhariplerdir. Yaralanmak ve ölmek pahasına emirlere itaat etmeleri beklenir. İşçiler ve diğer çalışanların aksine grev yapamazlar. Varlık sebepleri kötü niyetli bir saldırganı caydırmaktır, silahlarını onlar üzerine doğrulturlar. Yüzleri dış tehlikeye karşı dehşetengiz, kendi yurttaşına karşı sevecen ve güven verici olmalıdır. Eğitilmiş bir kaplan gibi yasal otoriteye tamamen itaatkâr olmak durumundadırlar. Burada anahtar kelime yasal’dır.

Bundan da şu sonuç çıkıyor: silahlı ve eğitimli de olsalar askerler içeriden, itaat etmeleri beklenen makamlardan gelebilecek saldırılara karşı savunmasızdırlar! Baskı gören bir gazeteci ya da aykırı düşüncelere sahip bir aydın gibi kaçıp başka bir ülkeye sığınmak bir askerin kolay kolay içine sindirebileceği bir durum değildir. 

Bir asker ancak üstündeki otorite yasallığını yitirdiği zaman onurunu kaybetmeden itaatsizlik edebilir, meselâ despotik, saldırgan bir diktatörlükte (Hitler’e karşı suikast teşebbüsünden idam edilmiş olan Albay Claus von Stauffenberg bugün kendi milleti tarafından da kahraman addedilmektedir) veya düşmanla açıkça işbirliği yapan bir hükümetin varlığında (İngiltere’ye kaçıp mücadelesini oradan yürüten  Charles De Gaulle ya da Padişah hükümetine itaat etmeyen Mustafa Kemal gibi). Bir asker böyle bir kararı kolay kolay veremez, ancak uzun vicdan muhasebeleri yaptıktan ve davranışının olası sonuçlarını iyice tarttıktan sonra itaatsizlik  noktasına varabilir.

Ben de bir asker ailesine mensubum, subaylar ve aileleri bizim yakın dostlarımız, çocukları arkadaşlarım oldu. Ordumuzun subaylarının son derece saygın ve onurlu insanlar olduklarından şüphe edecek hiçbir şeyle karşılaşmadım. 

Ve bu saygın ve onurlu insanlar Ergenekon ve Balyoz cadı avları süreci boyunca da kendilerinden beklenen vakur ve itaatkârlığı göstermiş, yasallığını yitirmiş bir otoriteye, bağımsızlığı ve adaleti kalmamış bir yargıya kendilerini beşer onar teslim etmişlerdir!
 
Sağdaki resim:
(Kendi kameramdan.)
Birçok subayımız yurtdışı görevlerdeyken
Balyoz sorgulamaları için çağırılıyor ve çağrıya uyarak vatana dönüp tutuklanıyor!
Kurmay Allbay Murat Ataç da bu şerefli subaylardan biri!
Yeni Zelanda ve Avusturya
ataşe militerimizken
ifade vermek üzere çağırılınca
17000 km'den geliyor.
Şimdi Balyoz'dan 16 sene hüküm giymiş durumda.

Sessiz Çığlık'ta eşi resmini sessiz sessiz tutuyor.


(Bkz. "Balyoz", 6 Eylül 2012, "Balyoz Hükümleri", 22 Eylül 2012, ve "Balyoz Kararlarına Tepki", 26 Eylül 2012.)
Videoklip.
Sessiz Çığlık, İstanbul, 16 Şubat 2013.
(Görüntüler kendi kameramdan.)
Videoclip
"Silent Scream", Istanbul, February 16th, 2013.
(From my own camera.)

ENGLISH
The footnote links do not work; you will have to scroll down to to the footnotes for expanded information. Opening the blogsite on two seperate windows and keeping one on the footnotes will make it easier to go back and forth. Sorry for the inconvenience, I'm no expert!.
Other links should work.


“Silent Scream”, by Vardiya Bizde (“Now it’s Our Shift”), Beşiktaş, Istanbul, February 16th, 2012.  A good deal less crowded than last week, and practically silent again. Some speeches, some poems, but with loudspeakers less powerful than the last time round, much of what was said was drowned out by the traffic. 

No one would expect Prime Minister Erdoğan to show up, yet his image attends every single demostration- on this AKP campaign truck perpetually parked close at hand.
(Image from my own camera.)

Little Defne holding up the photograph of her father, condemned to 16 years in the "Sledgehammer" case.
(Image from my own camera.)

This is a movement of wives and families of officers arrested, imprisoned and convicted on fabricated evidence and arrested in wave after wave, in vengefulness and wrath, by a government that is bent destroying its own army like Saturn devouring his own children!
Francisco Goya, Saturn Devouring his Son.
According to legend, Saturn devoured his children to keep them from challenging him.

There seemed to be a lull in the intensity of the witchhunt for a while, what with US Ambassador Riccardione’s rap on the AKP’s knuckles, Prime Minister Erdoğan’s comments detaching himself from the judiciary, and his surprise visit to Admiral Saygun in intensive care.[1] But now it’s business as usual with officers arrested and otherwise harrassed with the kind of malice and callousness we have come to expect from the AKP While the “independent” Turkish judiciary leaves no stone unturned to unearth and pin every fragment of evidence against the soldiers (and always uncannily knows where to look for them), it remains remarkably sceptical of anything that might exonerate the defendants. The confessions of Orhan Aykut[2] and Tuncay Güney[3] didn’t seem to excite the curiosity of the prosecutors, nor did the new flash news, published in Aydınlık, February 14th, 2013, quoting “F.K., the wife of a former Chief of Police” as saying “the DVD Nr. 51 was placed in the office of Ret. Col. Levent Göktaş by the police.”[4]

The recent news of the 110 resignations among pilots has taken on a new light with the news from Aydınlık, February 15th, 2013, that no less than 250 Air Force Personnel have been questioned regarding their personal lives, supported with photos, and "ordered to resign" by February 28th.[5]

Speaking of February 28th...

The unexpected cordial visit of Prime Minister Erdoğan to convalescent Ret. Admiral Saygun on February 9th, 2013[6] led to some naive speculation about a mood swing on the part of the P.M., but now it’s “no more Mr. Nice Guy” as the “February 28th” inquest is stepped up. Seven retired officers were called in for questioning on February 14th, four of whom have been remanded in custody.[7] With the recent arrests the number of defendants in custody on charges relating to “February 28th” have thus reached 72. Of this number, 55 are retired officers and 15 in active service and only two civilians. Some of the defendants had already been previously condemned to heavy sentences with the “Sledgehammer” verdicts.[8]

“February 28th” refers to the The National Security Council[9] Meeting of February 28th, 1997, and the anti-reactionary resolutions that issued from it, which led to the collapse of the coalition Refah-DYP[10] government at the time.

Of the partners, the Refah Party was strongly reactionary, even fundamentalist. The press raised the alarm of fundamentalist danger, and the actions and words of Prime Minister Erdoğan and his Refah party were in no way reassuring.  Fearing a resurgence of anti-reactionary fundamentalism, the Armed Forces showed some muscle by driving tanks through Sincan on (February 4th, 1997), a suburb of Ankara where some strong seditious fundamentalist activity had  been observed[11]. The National Security Council resolutions at the end of the month forced anti-fundamentalist resolutions on Erbakan, which eventually led to his resignation and the dissolution of the coalition.

The present AKP is now avenging the ousted Refah, and the February 28th resolutions which it insists qualifies as a “coup”.[12]

Soldiers are warriors drilled with an ideal, with a strong moral code and an uncompromising sense of honor. A soldier is expected to obey orders at risk of life and limb. Unlike laboreres and office workers, soldiers may not go on strike. Their function is to be a deterrent to a potential agressor, on whom they must train their guns and cannons. They must show their formidable face to the outside, while remaining benevolent and subservient at home. Like a tamed tiger, they must be totally obedient to the legitimate authority of their own country. The key word here is legitimate!

It follows directly from this that soldiers, armed and trained as they are, remain vulnerable and exposed to threats from within, from aggression directed towards them from the very authority they have sworn to obey. Unlike a journalist or a renegade intellectual with controversial ideas, they cannot easily find it in their conscience to defect abroad. Only in cases of an authority losing its legitimacy can a soldier  honorably be expected to disobey, as in the case of an oppressive and warmongering dictatorship (Colonel Claus von Stauffenberg was executed for treason but is today considered a hero even in his own country for attempting to assassinate Hitler) or a government in collusion with the enemy (Charles De Gaulle escaping to Britain to resist the collaborationist Vichy regime, or indeed our own Mustafa Kemal, later Ataturk, disobeying the Sultan’s government in occupied Istanbul and setting up an unfettered national assembly in the Anatolian heartland). A soldier cannot make such a decision lightly, and only with a great deal of soul searching and weighing of the consequences can he bring himself to disobey.

I myself being related to a military man, and having grown up seeing officers and their families as close friends and acquaintances, have always had the impression that the officers of our armed forces are indeed respectable men and women of honor. And indeed, throughout the whole course of the “Sledgehammer” and Ergenekon witchhunts, they have displayed the rectitude and obedience expected of them, surrendering themselves in droves, to an authority that is hardly legitimate and a judicial system that is no longer independent or anything like “just”!  


Image on the left: (From my own camera.)

Staff Col. Murat Ataç was our country's military attaché to New Zealand and Australia. Like many other officers serving abroad, he obeyed the call to appear before the State Prosecutor. He ended up in prison, sentenced to 16 years for involvement in the alleged "Sledgehammer" (Balyoz) coup conspiracy. (See. "Sledgehammer", 6 September-Eylül 2012, "Sledgehammer Verdicts",  22 September- Eylül 2012, and "Reacting to the Sledgehammer Verdicts", 26 September- Eylül 2012).

The caption on the frame reads:

"The man who came 17 000 km. to be arrested."

[1] See“Makes You Want to Scream”, 12 February-Şubat 2013.
[2] See “Hammering the Sledgehammer”, 5 February-Şubat 2013.
[3] See “Makes You Want to Scream”, 12 February-Şubat 2013.
[4] Allegedly found, on January 7th 2009, in  course of a police razzia in the office of Col. Mustafa Levent Göktaş, The disc contains compromising documents, including visuals of officers and members of the judiciary supposedly assembled for blackmail purposes. Critics of the government claim this disc was forged, as the attestation of "F.K." would confirm, provided the courts would listen!
[5] Unearthed by Atilla Kart, CHP Member of Parliament for Konya.
[6] See “Makes You Want to Scream”, 12 February-Şubat 2013.
[7] Six generals and a colonel were called in for questioning, the colonel and three of the generals have been arrested and sent to Sincan prison, Ankara. The three remaining generals have been released on condition that they report regularly to the police.
[8] Such as Ret. Full-Gen. Çetin Doğan, already sentenced to 20 years, and retired Lieut. Gen. Engin Alan, to 18 years. Engin Alan was elected Member of Parliament for the MHP while in custody in the elections of June 12th 2011, and never allowed to serve.
[9] Milli Güvenlik Kurulu, the “National Security Council”.
[10] The Refah (“Welfare”) Party of conservative Islamist Prime Minister Necmettin Erbakan and Doğru Yol Partisi, the “True Path Party”, of Tansu Çiller.
[11] A play called Cihad (“Djihad”=”Holy War”) put on by the Refah mayor of Sincan on a “Jerusalem Night” (Kudüs Gecesi) program, January 30th, 1997. The Iranian Ambassador Mohammed Reza Bagheri was a guest and made a strongly fundamentalist speech, for which he was later called to the Ministry of Exterior. The activity was roundly criticized by the secular press of the time, and the tanks rolled through Sincan five days later. Soon afterwards (February 11th, 1997) there was a women’s march in Ankara against the Sharia (Koranic Law as state law, the dream of every fundamentalist.)
[12] The tanks rolled through Sincan, and the defendants of February 28th are incarcerated in Sincan prison.
The National Security Council resolutions of February 28th were preceded by a meeting of high ranking officers at Gölcük where our Navy has a primary base. There the dangers of reactionary Islam were discussed. When the AKP came to power, the Gölcük base became a particular target of the "Sledgehammer" razzias (December 6th, 2010), and the Navy has been strongly hit during the Ergenekon, Sledgehammer, and the more recent espionage inquests.
The referendum for the AKP constitution (with which they still haven’t stopped meddling) was held on September 12th, 2010, anniversary of the military intervention of September 12th 1980.
Since the AKP, and the Gülen “Community” (Cemaat) behind it, seem to have a partiality for this kind of symbolism, can I be blamed for suspecting a special significance behind the “February 28th deadline for the resignation of our pilots?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder