Nuri Kurtcebe ile 2006 yılında tanıştım, Maltepe
Üniversitesi’nde animasyon öğretim görevlisi olarak geçireceğim dönemin
başlarıydı. Nuri Hoca karikatür çizim öğretiyordu.
Nuri Kurtcebe’nin
çizer olarak geçmişi uzun ve zengindir. Onu Gırgır dergisi için yaratıp yaşattığı Gaddar Davut karakteriyle
tanırız en çok. Ya da daha doğrusu Davut’u tanırız da onu çizenin adı, çehresi
herkesin belleklerine yerleşmemiştir. Öyle de olması gerekir, her ne kadar Nuri
hoca Davut’a bu yüzden içerlediğini söylese
de!
Gaddar Davut- aslında yaratıcısı kadar yufka yürekli!
Üniversitede beraber çalıştığımız günlerde sıcak ve
karşılıklı saygılı bir arkadaşlık gelişmişti aramızda. Görüş ayrılıklarımız da
vardı gerçi. Araba kullanmazdı, okuldan dönüşte onu ben bırakırdım. 45 dakika-
bir saat kadar süren yolda sanat ve
yaşam hakkında güzel sohbetler yapma fırsatımız oluyordu. Çok vatanserverdi,
siyasi görüşü de sola çalardı.
Öğrencilerden istediği, ilham için kendi
toplumlarına dönmeleri, adaletsizlik ve sosyal problemler karşısında yükselen
vicdanın sesi olmalarıydı. Benim vatanseverlik damarım onunki kadar güçlü
değildi. Değişik ülkelerde ayrı ayrı stüdyolarda farklı ülkelerden insalarla
birlikte elimize hazır verilmiş evrensel temalı senaryolar üzerinde çalışarak geçmişti
çizerlik kariyerim. En azından diyebilirim ki vatanseverlik kavramım farklıydı.
Nuri Hoca’nın bakış açısını takdir ediyordum, onun gösterdiği yoldan gidecek
herhangi bir genç sanatçıya da saygı gösterir, içten alkışlarım. Ama bana göre
işim öğrenciye sanatımızın tekniklerini ve kültür birikimini aktarmak,
öğrendiklerini nasıl kullanacağı konusunda da serbest bırakmaktan ibaretti.
Nuri Hoca o zamanlar karikatürlerini Cumhuriyet gazetesi
için çizerdi. AKP’nin yükselişi ve o yükselişle birlikte gelip toplumsal
hayatın her köşesine sızan köktendinci akımdan o kadar rahatsızdı ki gördüğü
tehlikeye karşı birşeyler yapabilmek için son derece güçlü bir dürtü
hissediyordu; bunda da en etkili, hatta tek silahı sanatıydı. Kendini misyonuna
o kadar kaptırmıştı ki zaman zaman çizimleri karikatür olmaktan çıkıyor,
yazıyla boğulmuş resimler (çoğu zaman Atatürk portreleri) hâline geliyorlardı.
Bir projesi vardı; Çanakkale savaşı’nı bir resimli roman
hâline getirerek anlatacaktı. Bunu yapabilirdi de; nihayet Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nı resimli romana
dönüştürmüştü.
Nazım Hikmet Kuvayı
Milliye Destanı’nı 1939-42 arasında yazmıştı. Nuri Hoca bu eserin resimli
roman versyonuna 1997’nin Ocak ayında başlamış- yani Refah-DYP koalisyonu ve
Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı sırasında.
O günlerde Türkiye’de hissedilir bir köktendincilik
uyanışı vardı. Başbakan Erbakan 11 Ocak’ta iftar yemeği için tarikat liderleri
ve şeyhlerini Başbakanlık konutuna davet edip ağırlamıştı. Sincan Belediyesi 30
Ocak’ta düzenlediği “Kudüs Gecesi”’nde Cihad
isimli bir oyun sahneye koymuş, şeref konuğu İran Büyükelçisi orada yaptığı
konuşma için sonra Dışişleri Bakanlığı’na çağırılmıştı. Basın alarm zilleri
çalmış, askerler varlıklarını hatırlatmak için 4 Şubat’ta tanklarla Sincan
sokaklarından geçiş yapmışlardı. 11 Şubat’ta Ankara’da kadınlar Şeriat’a karşı
yürümüşlerdi. 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu kararları da başkaldıran bu
tehlikeye karşı alınmıştı.
Sonradan demokrasi adına yolu açılan o tehlike bizi
bugüne getirdi ve 28 Şubat’ta köktendinciliğe engel koyanlardan bugün intikam
alınıyor. (Bkz. “Türban türban dedikleri”, 16 Temmuz 2012, “Kendi ÇocuklarınıYiyen”, 13 Şubat 2013, “O Zamanki Time’da Kaldı”, 2 Mart 2012.)
Nuri hoca Kuvayı MilliyeDestanı’nı resimlendirmeye başladığında manzara böyleymiş. Kendisi ise Akciğer kanserine yakalanmış ve
kendine bir görev olarak bellediği bu eseri bitirmek için zamanla yarıştığını
hissediyormuş. Neyse ki kemoterapi ve ameliyat onu sıhhate kavuşturmuş; hem
Nuri Kurtcebe’yi kaybetmedik hem de onun elinden Kuvayı Milliye Destanı’nı kazandık.
Nuri Kurtcebe ve eseri.
(Görüntü medya'dan.)
Yaklaşık bir senedir Nuri Hoca Aydınlık’ta çiziyor, hükümetin yanlış uygulamalarını kalemiyle Tersköşe’ye yatırarak değiştiremediğimiz
gidişata hiç değilse gülerek teselli bulmamıza yardımcı oluyordu.
Derken 1 Şubat 2013’te bir haber duyduk televizyonda;
Nuri Kurtcebe 11 ay 20 gün hapis cezası almış. Sebep: 24 Nisan 2012’de Aydınlık
gazetesinin 7nci sayfasında çıkan karikatürü- yani hükmün verildiğinden 10 ay
önce! Zamanında gözümüzden kaçmış olan karikatürü bu vesileyle tanıdık. Nuri
hoca Cumhurbaşkanı Gül’ü bir CIA kuklası olarak resmetmiş, kalan boş alanı da
sert ve ithamkâr bir metinle doldurmuş. Bu da “basın yoluyla Cumhurbaşkanı’na
hakaret” gerkçesiyle aleyhine dava açılmasına sebep olmuş!
Karikatürü aşağıya, Türkçe ve İngilizce bölümlerin arasına koydum!
Yazılanlara baktım; hangisi doğrudur hangisi iftiradır bilemem;
Özel Yetkili Mahkeme hakimi değilim ki önüme konan her suçlamayı “doğrudur”
diye kabul edeyim. Nuri Biraz kendim
araştırdım, Nuri hoca desteksiz mi atmış yoksa dediklerinin aslı astarı var mı diye!
İlk bölüm Bülent Arınç’la ilgili; kendisine “bir de
dindar Cumhurbaşkanımız olsun” cümlesini atfediyor. Nuri Hoca bu sözleri “sanki
öncekiler dinsizmiş gibi” diyerek eleştiriyor ki, eğer Sn. Arınç bu sözleri
sarfettiyse, haklı bir eleştiri.
Ben aynen o cümleyi bulamadım ama 15 Nisan 2007’de ”Turgut
Özal Ödülleri”’nin verildiği bir törende şöyle demiş:
"Sivil,
dindar ve demokrat cumhurbaşkanı taraftarları ile onun tam tersi tanımların
tartışması son 50 yıldır hiç bitmedi. Meclisimizin sivil, dindar ve demokrat
bir cumhurbaşkanı seçecek olmasına yine itiraz ediliyor. Meclis üyeleri
gericilikle suçlanıyor. Birileri ’Rejim hiç bu kadar tehlikede olmamıştır’
diyor. Bu ne kadar acı ve insaftan yoksun bir iddiadır.”
Burada “Rejim hiç bu kadar tehlikede olmamıştır” diyen “birisi”,
o zaman Cumhurbaşkanlığı döneminin sonuna yaklaşmakta olan Ahmet Necdet Sezer’dir
ve ne yazık ki haklı çıkmıştır.
(Bu arada o sene “Turgut Özal Ödülü”, TBMM’nin “manevi
kişiliğine” verilmiş.)
“Meclis Başkan Yardımcısı Güldal Hanım’ın odasına dalıp
üstüne yürümek” hadisesi de 2 Şubat 2010’da gerçekleşmiş.
O gün
milletvekillerimiz yine birbirlerine girmiş, Meclis Başkan Yardımcısı Güldal
Mumcu da ortalığın sakinleşmesi için oturuma ara vererek odasına çekilmiş. Mevzubahis
olay ondan sonra ceryan etmiş. (Aşağıdaki yazı fiilen “üstüne yürüme” eylemini AKP
Grup Başkan Vekili Mustafa Elitaş’a atfediyor.)
Bu arada Güldal Mumcu 24 Ocak 1993’te otomobiline konan
bombayla öldürülen gazetci yazar Uğur Mumcu’nun eşidir.
Arınç’a atfedilen “20 milyarcık” maaş belli ki 1 Ocak 2005’te
atılmış olan altı adet sıfırı da içeriyor. Belki daha etkili olması için, belki
de birçok vatandaşımız gibi milyonlu konuşmaktan vazgeçemediği için Nuri hoca
böyle ifade etmiş. Herhâlde “20 bincik” demesi daha doğru olurdu.
“BOP Eşbaşkanı” kimdir biliyoruz, kendisi söylüyor zaten:
Bu kadarı Bülent Arınç’la ilgiliydi; gelelim Sn.
Cumhurbaşkanı’na; nihayet dava ve ceza ona hakaretle ilgili!
“Artık Türkiye’de Cumhuriyet’in sonu geldi. Kesinlikle
lâik sistemi değiştirmek istiyoruz” demiş mi?
27 Kasım 1995’te Refah
Partisi Genel Başkan Yardımcısı’yken The Guardian
gazetesine bakılırsa sözleri aslında şöyle: “Bu Cumhuriyet döneminin sonudur.
Ankara’nın yüzde 60’ı barakalarda yaşıyorsa lâik sistem başarısız demektir ve
biz de kesinlikle değiştirmek istiyoruz.” Cümle bu! “Baraka” (shack) gecekondu
anlamına geliyor olmalı.
Guardian'ın haberini nakleden Posta, 26 Kasım 1995.
"Trilyonları bir çırpıda kaybedebilen..."
Refah Partisi 1998'de kapatıldığı zaman devletten aldığı (eski bol sıfırlı parayla) bir trilyon lira hazine yardımını iade etmek zorunda olduğu hâlde ödeyememiş, harcamalarla ilgili belgelerin sahte olduğu sonucuna varılmış.
“Kendini dini
sisteme adamak”, “din bezirganlığı”:
Demokrat Parti döneminden beri sağcı politikacıların bunu
yapmadıklarını söylemek mümkün değil. Cumhurbaşkanı lehine bu konuda
söylenebilecek tek şey “bir o değildi ki” olurdu.
“Türk gençliğini...6ncı Filo komutanına şikayet etmek”:
Bunun kanıtını bulamadım ama haber dolanıyor. Size ilginç
bir link; AKP destekçisi bir dille yazılmış, eleştirdikleri “iftiraları” aynen
koymuş. Buyrun bakın.
“İzmir Tepecikli genelev kadınları” hakikaten Amerikan
askerlerini kabul etmemişler mi? Ben bunu o zamanlar duymuştum, hatta Turhan
Selçuk’un bir karikatürünü anımsıyorum. Gerçek miydi? Bilemem, ama medya
naklediyor: Aşağıdaki yazı bu detayı içeriyor:
“Kıblemiz 6. Filo
Savaş gemilerine namaz kılan...”
16 Şubat 1969, Dolmabahçe’de sahilde toplanan ülkücü-
dinci militanlar namaza durmuşlar; kıble ile aralarında da 6ncı filoya ait bir
uçak gemisi girdiği için manzara böyle olmuş.
Uçak gemisine doğru namaz kılanlar, 16 Şubat 1969.
Oradan “ya tam susturacağız, ya
kan kusturacağız”, “kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganlarıyla Taksim’e
yürümüşler. Sonuç- Kanlı Pazar! İki ölü (bıçaklanmış), bir sürü yaralı!
Aşağıdaki metnin içinde bahsi geçiyor!
(Olayları tetikleyen bir şeyin de solcu gençler
tarafından Beyazıt Kulesi’ne çekilen bir kızıl bayrak olduğunu- adil ve
tarafsız olmak adına- belirtmeliyim. Bugünkü gibi Türk bayrağı değil, kızıl
bayrak! Hepimizin alması gereken dersler var!)
“Kanlı Pazar’ı tertipleyen 40lar Komitesi’nin dinci militan
üyelerinden...”
Erol Bilbilik, Amerikaperestler.
"İngiltere kraliçesi hayranı...”
Mayıs 2008’de İngiltere Kraliçesi Ankara’da Cumhurbaşkanı
Gül tarafından ağırlanmış, Gül eşiyle birlikte Kasım 2011’de iade-i ziyaret
yapmış. (Kenan Evren’den sonra Kraliçe’yi ziyaret eden ilk Türk
Cumhurbaşkanıdır.)
Ankara ziyaretinde Kraliçe gösterişli bir şövalyelik
nişanıyla taltif etmiş başbakanımızı- (The
Knight’s Cross of the Order of Bath). Basınımız İngilizlerin incelik
göstererek nişanı “haçsız” verdiklerinden dem vurmuşlar. Aslında verilen, o
nişanın “sivil” versyonu (ve mesela Ronald Reagan’a verilenin aynı), “askeri”
versyonunun üzerinde ilaveten haç, defne dalları ve Ich Dien- “Hizmet Ederim” diye bir ibare var.)
Kraliçe II. Elizabeth Mayıs 2008'de Ankara'da kadeh tokuşturuyorlar. Abdullah Gül'ün yakasında Müslüman Cumhurbaşkanı'na uygun "haçsız" Knight's Cross.
Kadehlerde de limonata var herhâlde!
(Görüntü medya'dan.)
2010 İngiltere ziyaretinde ise Cumhurbaşkanımız Kraliçe’nin ellerinden Chatham House’ın “Yılın
Devlet Adamı” ödülünü almış. Chatham House “Kraliyet Uluslararası İşler
Enstitüsü”’nün bulunduğu binanın adı. (Royal
Institute of International Affairs)
Abdullah Gül’ün İngiltere’de bir geçmişi de var. 1976-78
arasında Exeter Üniversitesi’nde lisansüstü eğitimi aldığı gibi Temmuz 2007’de
aynı kurumdan "Fahri Doktora” almış.
“ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bursuyla yetiştirilmiş...”
Bu konuda çeşitli söylentilerle karşılaştım ama sağlam
gözüken bir birşey bulamadım. Meselâ bir tanesi:
Ama şunu biliyoruz ki ABD Devlet Bakanlığı’na bağlıEğitim
ve Kültür İşleri Bürosu (Bureau of
Educational and Cultural Affairs ya da kısaca ECA) Cumhurbaşkanı Gül’ü “mezunlarından”
(“alumni”) sayıyor.
“Dışişleri Bakanıyken askerlerimizin kanını Kuzey Irak’a
pazarlayıp…”
“Tezkere Krizi”’nden bahsediyor olmalı, bilgi tam doğru
değil. ABD’nin Saddam Hüseyin’e karşı başlatacağı (ve sonra da senelerce
bacaklarına dolanan) Irak operasyonuna bizim de katılmamıza yol açacak olan ve
AKP önde gelenlerin kabul edilmesini çok istediği tezkerenin oylandığı 1 Mart
2003 tarihinde Abdullah Gül Dışişleri Bakanı değil, Başbakandı. Aslına siyasi
yasaklı olduğu için seçimlerde aday olamayan Erdoğan için Başbakanlık Koltuğu’nu
sıcak tutuyordu. AKP seçimi kazanıp meclis çoğunluğuna sahip olunca Erdoğan’ın
yasağını kaldırdı. Şirketi iflas edince mahkemelik olup milletvekilliği düşen
Siirt milletvekili’nin yerine aday olan Erdoğan, 9 Mart 2003’te Siirt’te
yenilenen seçim sonucunda hiç alâkası olmadığı Siirt’in milletvekili olarak Meclis’e
girdi. 14 Mart 2003’te kurulan yeni hükümette Erdoğan, Gül’ün sıcak tuttuğu başbakanlık
koltuğuna oturdu ve oturuş o oturuş! Gül de Dışişleri Bakanlığı görevine o
zaman geldi- tezkerenin reddinden iki hafta sonra!
“Türbanla üniversiteye alınmayan eşinin Türkiye’yi AİHM’e
şikayet etmesine önayak…”
“ABD askeri kazayla askerlerimizin başına çuval geçirirse
‘bu yerel bir olaydır, abimiz Amerika neden özür dilesin ki? Büyük devletler
özür dilemez’ diyebilecek kadar…”
“Çuval olayı”’nı hâla duymayan varsa kendi öz
kaynaklarımıza yönlendirebiliriz: Bkz. “Patriot Patırtısı”, 24 Ocak 2013.
Dışişleri Bakanı Gül’ün sözleri aslında şöyle naklediliyor: “Yerel bir
işgüzarlık. Büyük devletler özür dilemez”.
Bundan anladığım Nuri Hoca’nın hiçbir şeyi tamamen kafadan
sallamadığı, medya’da dolaşan haber ve söylemlerden yola çıktığıdır. Bunlardan
Cumhurbaşkanı’nın “CIA kuklası” olduğu neticesi çıkar mı? Eh, ülkemizin ne
anormal bir sürece girdiğini, tutuklanan saygın insanları, köktendinciliğin
kucağına atılan çocuklarımızı, bölünme yoluna giden ülkeyi, Türkiye Cumhuriyeti’nin
teker teker çöpe atılan tüm değerlerini görüp, Pennsylvania’daki imamı ve ABD’nin
bu gayrı-demokratik gidişata tepki vermediği gibi desteklemesini düşünürsek, Devlet’in
başında olan kişinin iyi niyetinden şüphe edenlerin çıkması çok şaşırtıcı
değil. Bilinen özgeçmişinde de şüpheleri pekiştirecek detaylar varsa, Nuri Kurtcebe
gibi doğruluk, dürüstlük ve vicdan yönü aşırı gelişmiş bir sanatçı doğal olarak
tepki verecektir ve bu tepki güçlü olacaktır. Başka nasıl olabilirdi ki?
Mahkeme bir jest yapmış, Kurtcebe’nin cezasını- aynı suçu
tekrar işlememe koşuluyla- beş yıl ertelemiş. Eğer beş yıl uslu durursa
kurtulacak yani! “Bana rüşvet teklif eder gibi ‘5 yıl bana dokunma, 5 yıl bana
karikatür çizme’ diyorlar, o zaman gidip yatayım izin versinler içerden çizeyim”
diyor.
Derken Kurtcebe’nin karikatürleri Aydınlık’tan kayboldu. Kalemini kırdılar yani!
Nuri Kurtcebe bir korkak değildir. Fakat artık sıhhi yönden
hapishane şartlarını kaldıracak kadar kuvvetli olmayabilir. Arkadaşları ve
sevenleri herhâlde biraz geride durmayı tavsiye etmişlerdir. Kendisiyle
görüşüyor olsam ben de aynı tavsiyede bulunurdum. Biraz sessiz kalsın ve bir
büyük eser daha yaratsın, “Çanakkale” resimli romanı gibi. Nihayet bugün güldüren karikatür yarın unutuluyor-
unutulmayanı da 11 ayınıza maloluyor!
Nuri Kurtcebe içi dışı bir dediklerimizdendir, çok az
insanda o kadar saf bir yürek hissettim. Karikatürleri gerçek duygularının
kâğıda dökülmüş hâlidir, yanlış bir şey görünce duyduğu tepki güçlüdür ve tepkisini
bütün gücüyle kâğıda ulaştırır. Bu karikatürdeki eleştiri ziyadesiyle keskin, bu doğru, ama çaresiz bir isyan hissinin ürünü
olduğu açık.
Dikkat çekici olan şey şudur ki Cumhurbaşkanlığı makamı
karikatürde ifade edilen şüpheleri giderecek davranışlarda ve söylemlerde
bulunmak yerine zaten güvenilirliğini yitirmiş bir adalet mekanizmasını araya
sokarak cezalandırmak yolunu tercih etmiştir.
That cartoon!
ENGLISH
The footnote links do not work; you will have to scroll down to to the footnotes for expanded information. Opening the blogsite on two seperate windows and keeping one on the footnotes will make it easier to go back and forth. Sorry for the inconvenience, I'm no expert!.
Other links should work.
I met Nuri Kurtcebe[1] at
the start of my stint as animation instructor at Maltepe University, Istanbul.
That was back in 2006, he was teaching caricature and cartoon drawing.
Mr. Kurtcebe has had a long standing career as a
cartoonist, having worked for Turkey’s stirical humor magazines. He is fondly remembered for his character Gaddar Davut ("Davut the Merciless") which used to appear in the humor magazine Gırgır. He has in fact recently stated that he is angry with his creation because Davut is better remembered tha n he is.
Kurtcebe's "Davut the Merciless". Looks like a softy, like his creator.
During the
time we worked together we had a warm and mutually respectful friendship in
spite of some basic differences in viewpoint. He did not drive so I used to
drop him off at his home after work, and the three quarters to an hour spent on
the road gave us the time and leisure to chat about art and life.
He was
ardently patriotic, leaning to the left, and in teaching demanded that the
students draw their inspiration from the society in which they lived, become
the critical voice, the sound of the conscience raised against injustice! With
my own background working in different studios in various countries with
colleagues of different nationalities, on projects that were given scripts on
universal themes, my patriotic vein was not so strong- or rather, I had my own
conception of it. While I could appreciate his viewpoint, and respect and
applaud any artist who would choose the path he preached, I felt we were there
to teach the craft and feed the accumulated culture relevant to our art and
grant the students the liberty to choose the path they wished to follow
afterwards.
Mr. Kurtcebe also drew political cartoons for the
newspaper Cumhuriyet at the time. He
felt so much indignation at the rise of the AKP and fundamentalist-Islamist
infiltration into every aspect of society that he had a desperate urge to do
something about it. At times his political cartoons were no longer cartoons,
but drawings- frequently serious portraits of Atatürk- laden with text.
He was
planning a personal project- a comic book version of the defense of the
Dardanelles, a chapter in our history that is as important as it is heroic. He
already had a comic book version of the War of Independence, Kuvayı Milliye Destanı (“The Saga of the
National Forces”) to his credit- an imposing saga based on the epic work
composed by poet Nazım Hikmet.[2]
Kurtcebe with his great work, The Saga of the National Forces.
(Image from the media.)
He
had started work on it in January 1997[3],
prompted to action by what he saw as the regressive, reactionary, even
fundamentalist policies of the then prime minister Necmettin Erbakan.[4]
Suffering from lung cancer, Kurtcebe felt he was in a race against time to finish
what he saw as his mission. Thankfully, chemotheraphy and a successful
operation have saved him. The ambitious work was completed in 2001.
For the last year or so Nuri Kurtcebe has been drawing
for Aydınlık, and we had been daily enjoying his daring and piercing jabs at the AKP regime until one day not so long ago- February
1st 2013, to be exact- we heard on the news that the courts had sentenced him
to “11 months and 20 days” for a particularly abrasive cartoon!
The cartoon had appeared
on page 7 of Aydınlık, April 24th 2012
(more than 10 months ago), in which President Gül was portrayed as a CIA puppet,
the drawing enforced with as much accusatory text as the remaining space
permitted.
The controversial cartoon is above, between the end of the Turkish text and the beginning of the English one.
And here below is my atempt at tranlating the text inside the cartoon!
A reactoon[5] that
is five years late.
And here below is my atempt at tranlating the text inside the cartoon!
Do you remember the time 60 months ago when that man with
a brain mixed up like salad, stirring religion and fanaticism into soup, declared
“let us have a religious President this time round”... putting his foot in his
mouth, as if the predecessors had lacked religious faith?[6]..
didn’t you remember? The yes-man of the Co-President of the Greater Middle East
Project[7] who
pockets a salary of only 20 Billion[8] from
the State out of your and my taxes to go and crash into the office of the Speaker
of Parliament, Güldal Hanım, and threaten her.[9] In
reality, he said much less than he should, and what he said wasn’t even true. Instead,
he should have said:
“We want a Greater-Middle-East President[10], one
who says ‘we have reached the end of the Republic and want to change the
secular system’,[11]
who is capable of losing trillions in a moment,[12] who
has dedicated his life to the manipulation of politics through religion, who
has in his time complained, with the courage of a lion, to the commander of the
6th Fleet about the youth telling it to go home,[13] who
is a born adulator of America offering his ritual prayers to the 6th Fleet at a
time when prostitutes in Tepecik, Izmir, were closing their doors to American
Soldiers and their dollars,[14] who
is a reputable religious militant member of the Committee of 40 who prepared
the ‘Bloody Sunday’ action against the ‘Communists’,[15] who
is an admirer of the Queen of England,[16] who
has been trained on a scholarship from the United States Foreign Office,[17] who has,
as Minister of Foreign Affairs, offered for sale the blood of our soldiers in
Northern Iraq[18]
and found a new markets to sell our blood in the world market for blood, who
has encouraged his türban-wearing
wife, denied entry into a University, to lodge a complaint against her own
country to the European Court of Human Rights,[19] and if
one day American soldiers put sacks over
the heads of Turkish soldiers, someone wise and pro-American enough to say ‘this
is a local incident; why should Big Brother America apologize? Great Nations do
not apologize.”’[20]
This is what he should have said, don’t you think? There
is no place for American pets in Atatürk’s
Çankaya,[21]
just so you know!
The court tempered justice with mercy by postponing the sentence
for five years. Kurtcebe himself interprets this as a bribe to restrain his
pencil, and goes so far as to say he would rather be allowed to keep making his
cartoons from prison.[22]
His cartoons have disappeared from Aydınlık, he has been effectively silenced.
Nuri Kurtcebe is no coward. He does, however, have a
health problem that could turn fatal in prison conditions, and any friends
around him would have told him to lay low for a while! If I were in touch with
him now, I would suggest he quietly work to create another opus, like the
“Dardanelles” epic he was planning; something more than a daily cartoon, here
today forgotten the next- , of course, unless you get eleven months for it!
Nuri Kurtcebe has a very open personality and is pure of
heart in a way very few men are. His cartoons are direct expressions of very
genuine feelings, often true indignation at what he witnesses. It is true that
the controversial cartoon is especially vitriolic, but the frustrated anger
that prompted it is real. It is worthy of note that the Presidency chose to
react with the force of an already suspect judiciary rather than a denial or a
reassurance that the accusations directed against itself are unfounded.
[1] Pronouced “Noory Koortdjebeh”
[2] Kuvayı Milliye, more properly Kuvva-yı Milliye, meaning “National
Forces”, refers to the volunteer army that assembled around Mustafa Kemal in
Ankara after 1919 while the Sultan, reduced to servility in occupied Istanbul,
remained the nominal head of what was left of the Imperial Forces still loyal to him.
Kurtcebe’s comic version is based on the epic work of the poet Nazım Hikmet
written between 1939 and 1941. For a summary of the Turkish War of Independence
see: "May 19th- Celebrating at All Costs”, 18 May-Mayıs 2012.)
[3] He supplied the start date himself to Hürriyet:
[4] Those very policies that moved Kurtcebe to pick up his pencil prompted the
National Security Council Resolutions of 28th of February, 1997, aimed at
curbing fundamentalist inroads into the government and social life fostered by
the fundamentalist-oriented Refah (Welfare)
Party. Refah was in coalition with
the right-of center DYP (Doğru
Yol Partisi, the “True Path Party”). The resolutions went through
with some arm-bending by the staunchly secular and Kemalist military. Five
months layer, the coalition government fell. The present fundamentalist AKP
views the resolutions as a “Coup” and officers involved are now being called
for questioning and incarcerated, most being fished out of retirement, adding
to the hundreds already held on the Ergenekon,
“Sledgehammer”, Espionage and various other charges.
For more on the 28th of February, see “A Turban by AnyOther Name...” -particularly footnote 8,- 16 July-Temmuz 2012. There are
references to more recent arrests in “Atatürk Out of Time”, 2 March- Mart 2012,
“Eating his Own Children”- particularly footnote 11- 13 February-Şubat, 2013.
[5] “Reactoon” is my best translation for
his invented word “tepkikatür”. The “5 years” refers to the time Gül was made
president by Erdoğan and his party, making full use of the parliamentary
majority enjoyed by the AKP and in spite of the reservations of the secular
Kemalist portion of the population. I touch upon Abdullah Gül’s ascention to
the office of President in “A Turban by Any Other Name...”, 16 July-Temmuz 2012, and
Footnote 1 of “Reacting to the ‘Sledgehammer’ Verdicts”, 26 September-Eylül
2012.
[6] Refers to Bülent Arınç who, in the
run-up to Presidential Elections of 2007, being Speaker of Parlaiment
at the time, said words to this effect on more than one occasion. At an awards
ceremony on April 15th, 2007 (Turgut Özal
Awards, in honor of the late President Turgut Özal, handed that year to “The
Parliament”) he said “Again there are objections to the election of a civilian,
democratic, religious President. Members of parliament are accused of being
regressive. Some people are saying ‘the regime has never been in greater
peril.’ What a bitter and merciless accusation.” (The concern about “the regime in peril” were the words of outgoing
President Ahmet Necdet Sezer. Time proved him right.) The secular Kemalist
portion of the population interpreted this and similar statements by Arınç as a
threat to the secular system and a step towards theocracy and fundamentalism.
On April 27th 2007 the General Staff published a stern message on its official
internet website stressing that loyalty to Kemalist principles was the
essential qualifications for a President of the Republic, that since the
President is officially the supreme Commander of all the Armed Forces, the
candidate should have the approval of the military, that abuse of religious
sentiments would be regarded as a threat to the regime, and that the Armed
Forces would perform its duty if the situation called for it. The Chief of
Staff Full-Gen. Yaşar Büyükanıt later confirmed that he had personally penned
it. Gül was elected President by the AKP majority in Parliament on August 28th,
2007. General Büyükanıt finally reluctantly saluted him during August 30th
celebrations two days later. He had avoided doing so just a day before at a
graduation ceremony. (See “A Turban by Any Other Name...”, 16 July-Temmuz
2012.)
[7] The “Greater Middle East Project” is
the US plan to reshape and reorganize the Middle East according to its own
vision. The “Joint-President of the Great Middle-East Project” is Prime Minister
Erdoğan, who made the claim publicly, on more than one occasion, such as the
AKP Congress in Bayrampaşa, Istanbul, March 4th, 2006, and the AKP Group
Meeting in Parliament, January 13th, 2009.
For the Greater Middle East Project:
For Prime Minister Erdoğan’s own words, here’s just one
video:
[8] Kurtcebe apparently uses the old inflated Turkish lira,
perhaps to make the sum sound more outrageous. Six zeros were deleted from the
hyperinflated Turkish Lira on Jan. 1st 2005. For some strange reason
many still insist on using the old inflated Lira; they will rather say a can of
soda costs 2 000 000.- Lira rather than 2 Lira. Mr Arınç’s salary would be 20
000.- TL, the equivalent of USD 12 987.- at the time of the event described.
[9] Mrs.Güldal Mumcu, CHP member of
Parliament for Izmir and Vice-Speaker of Parliament. During a particularly
tense session on February 2nd 2010, Mrs. Mumcu called for a recess
to cool tempers and retired. Bülent Arınç, by then Minister of State, stormed
into her office and accused her of incompetence. Güldal Mumcu is the wife of the
late Uğur Mumcu, the journalist and author who was killed in a car bomb attack
on January 24th, 1993. (See “Remembering a Dead Journalist”, 2
February- Şubat 2013.)
[10] I can’t translate the word-play “Cumhurbopbaşkanı” any
better.
[11] The
Guardian quoting Abdullah Gül, November 27th 1995. He was the
vice-chairman of the Islamist Refah
party at the time. Refah came to
power on June 28th 1996, albeit in a coalition. Gül became Minister of State
and Spokesman for the Government.
The Guardian, 27 November 1995.
[12] When the Refah
party was closed by court order in 1998, it was obliged to return 1 trillion TL
it had recieved as State Subsidy (inflated currency before the deletion of six
zeros). The Party claimed the sum had been spent, but according to the
inquiries, the invoices were falsified.
[13] US 6th Fleet, operational fleet of United States Naval
Forces Europe, vehemently protested by Turkish left-wing youths in the
60’s.
[14] In 1969, During the 6th
Fleet’s stop in Izmir, the prostitutes of the neighbourhood of Tepecik
reportedly refused their favors to US soldiers. At the next stop, Istanbul, a massive protest
action against the visiting fleet by leftist youths was opposed by a body of
right wing adherents who, at one point, gathered at the coast and paused for
ritual prayer, which must be done facing Mecca. Between the praying group and
the directon of Mecca was a massive US aircaft carrier, which became a visual
allegory of a crowd offering their prayers to America.
A newspaper clipping from February 1969;
a right-wing group praying to the 6th Fleet.
It
is reported that Abdullah Gül was a member of the right wing activist Turkish
National Students’ Union (MTTB, Milli
Türk Talebe Birliği) at
the time.
[15] “Bloody Sunday” (Kanlı Pazar) was February 16th,
1969. At Istanbul’s Taksim square youths protesting the 6th Fleet were attacked
by “anti communist” right wing militants with clubs and stones. The police
joined in, some say not impartially! Two of the anti-US protesters died
(knifed) and some 100 were wounded. It is claimed that the acton against the
left wing demonstrators was planned by “The Committee of Forty”, a secret body
of anti-communist militants among the students of Istanbul University. It is
further claimed that Abdullah Gül, a student of the university with
fundamentalist leanings, was one of their number, though he wasn’t among the
club-swinging militants at Taksim square. (Erol Bilbilik, Amerikaperestler, also http://www.youtube.com/watch?v=5HbL1ohJB14 )
[16] Queen Elizabeth II of Britain was
hosted by President Gül in Ankara in May 2008. President Gül made a return
visit to Britain in November 2011, becoming the first Turkish President to be
hosted by the British Queen since Kenan Evren in 1988. (Evren had led the military
intervention in 1980, for which he was tried- from a hospital bed- under the present regime. See: “The Trial of Evren and Şahinkaya”, 1 December-Aralık 2012.) In the course of her 2008 visit,
the Queen honored President Gül with the Knight’s Grand Cross of the Order of
Bath”-civilian version (“Without a cross”, as the pro-government media pointed
out, as if the Brits removed the cross as a favour to the Muslim President. It is the military version of the "Order of the Bath" that has a cross, plus
laurel leaves, and the words Ich Dien-“I
Serve”)
The Islamic Gül toasting Her Majesty in Ankara, 2008.
(And the Islamic ban on alcohol? Could it be fruit juice?)
Notice the Knight's Grand Cross- obligingly without the cross!
(Image from the media.)
During his 2011 visit Gül received the Chatham House prize for
Statesman of the Year from Her Royal Highness herself. Chatham House is the seat
of the “Royal Institute of International
Affairs” Gül has had earlier connections with Britain; his education included
postgraduate studies at Exeter University, 1976-78. He was granted an Honorary
Doctorate from the same institution in July 2007. Many graduates of this
university reportedly hold important government and finance positions in the
Middle East.
[17] The ECA (Bureau of Educational and Cultural Affairs) is
attached to the United States Department of State (not the foreign ministry) .
A page on the website confirms Gül was among “... 350 programs alumni have become heads
of state.”
Various
sources place this chapter of his life in 1995.
Gül
reportedly received his scholarships, both for his postgraduate studies at
Exeter University and for his program at the ECA, from the “National Culture
Foundation” (Milli Kültür Vakfı), an
institution with a religious flavor providing grants. There are claims that
these grants were provided by the US Foreign Ministry, but I have not found a
convincing source.
[18] Abdullah Gül was Prime Minister, not yet
Minister of Foreign Affairs, of the newly formed AKP government in early 2003, when
the US was intensely desirous of Turkish participation in its upcoming military
operation against Saddam Hussein. The AKP leaders were very enthusiastic and,
with a clear majority in Parliament, felt certain to have their way. Surprise
fallout from their own ranks caused the parliamentary motion for military
involvement on March 1st 2003 to fail, and though Turkey was spared the
certain tragedy of war in Iraq, the US was displeased with the outcome. As
Prime Minister Gül was really only keeping the seat warm for Tayyip Erdoğan who
had been banned from politics during elections. Once in power, the AKP lifted
the ban. The AKP Member of Parliament for Siirt was in trouble with a bankrupt
business and debt. His entanglements cost him his seat in parliament. There were
renewed elections in Siirt on March 9th, 2003 and Tayyip Erdoğan was
elected Member of Parliament for this constituency with which he has nothing to
do. Gül then obligingly withdrew from the Presidency, giving up the warmed seat
to Erdoğan, who has not left it since. In the new government, formed the March
14th, 2003, Gül became Minister of Foreign Affairs.
[19] A türban is not a “turban”; in Turkish the
word has come to define a woman’s head-scarf tightly worn around the head, concealing the hair
completely, and with religious significance. Seeing it as a political statement
and a step towards the veil and the Sharia
(Islamic religious law), the secular Kemalist establishment has disallowed it
in schools and amog civil servants. Coming to power on an Islamist platform,
the AKP continuously challenges the ban. (See “A Turban by Any Other Name...”,
16 July-Temmuz 2012.) On September 8th 1998 Hayrünnisa Gül attempted to
register in the Department of Arabic Language and Literature of Ankara
University, Faculty of Language, History and Geography. She had already passed
the exams but was not allowed to register because the photograph she submitted
showed her with a “türban”. With the
support of her husband Abdullah Gül, they set out on a legal struggle. Not attaining
a satisfying result in their homeland, they lodged a complaint against the
Turkish State at the European Court of Human Rights in 2002. The case was still
open throughout Gül’s tenure as Prime Minister from November 3rd 2002 to March
11th 2003. She finally withdrew her complaint in February 2004; her
husband was Minister of Foreign Affairs at the time.
[20] Referring to the “sack” or “hood”
incident of July 4th, 2003, when US soldiers raided a house in
Al-Sulaymania, Northern Iraq, and arrested 11 Turkish military men- officers and NCO's. (See “Patriots vs. Patriots”, January 24th, 2013.) Minister of Exterior Gül was asked about it
the next day (while dining in a restaurant in Kayseri) he reportedly responded
with the words “A local case of officiousness. Great nations don’t apologize.”)
[21] District of Ankara
where the Presidential Residence is located.
[22] He says it here:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder