Türkiye'de yaşayan bizler AKP hükümetinin yolsuz, ahlâka uymayan, vatana ihanet derecesine varan uygulamalarını görüyoruz, biliyoruz. Dünya genelinde Tayyip Erdoğan ve hükümetinin yıllardır özgürlükçü ve demokratik bir görüntü sergileyebilmiş olması şaşırtıcı, bunun da ötesinde, çıldırtıcı birşey! En azından ABD, kendi amaçları, kendi "Büyük Ortadoğu Projesi" için kendi desteğiyle başımıza getirdiği AKP idaresinin kirli yöntemlerinden haberdar olmalı, olmaması da mümkün değildir; Türkiye'deki devasa ABD diplomatik misyonları ve her tarafta dolaşıp fikir yürüten büyükelçi Ricciardone elbette ki olanı biteni ve AKP'nin uygulamaları yüzünden Türkiye'de gittikçe artan Amerikan düşmanlığını Washington'a bildiriyorlardır. Yine de Türkiye'de 19 Mayıs Sıhhiye ve Tandoğan mitingleri için hazırlıklar yapılırken, Başkan Obama Beyaz Saray'da başbakan Erdoğan'la muhabbet tabloları sergilemekten geri durmadı! (Bkz: "Samsun'a Gidiş", 4 Ağustos 2013.)
Başbakan Erdoğan ve Başkan Obama Beyaz Saray'da mutlu günlerinde, Mayıs 2013.
Türkiye'de 19 Mayıs Tandoğan ve Sihhiye mitingleri hazırlanmaktaydı, hatta AKP hükümetinin politikalarına karşı yüzbinlerin yürüdüğü 19 Mayıs günü de
başbakanın ABD ziyareti devam ediyordu.
İçimize kadar giren ABD'nin artan hoşnutsuzluktan hiç haberi yok muydu?
(Görüntü meyadan.)
Geç de olsa dünya kamuoyu uyanmaya başladı; AKP destekçilerinin propagandasının etkisi Gezi direnişinin görüntülerinin yayılmasıyla azaldı, o propagandanın etkisiyle gözleri kapanmış yabancı köşe yazarları da yavaş yavaş fikirlerini değiştirmek durumunda kaldılar. Ama bir dereceye kadar: birçoğuna göre başbakan Erdoğan baştan iyi başlamış, sonradan elindeki gücün etkisiyle yavaş yavaş bozulmuş. Aşağıda Gezi direnişinin sıcak günlerinde Toronto Star gazetesi köşe yazarlarından Harun Sıddıki'nin bir makalesinden bir bölüm aktarıyorum. Bu makale 5 Haziran 2013 tarihinde Toronto Star'ın internet sitesinde yayınlanmıştı; tamamını görmek için burayı tıklayınız.
"Askerlerin ve karanlık sağcı milisler üzerinde sivillerin hakimiyetini tesis etti ve tehlikeli dar milliyetçiliği yumuşatarak Hristiyan, Alevi ve Kürt vb. azınlıkların haklarının tanınmasını başlattı, (Türkiye, ABD ve Avrupa tarafından terörist olarak tanımlanan) Kürt İşçi Partisi'yle (yani PKK) ateşkes sağlayarak, toplumun büyük desteğiyle, onlarca yıl sürmüş ve 40 000 kişinin hayatına malolmuş bir ayrılıkçı savaşı bitirecek müzakereler yapmakta. Türkiye'ni kişi başına düşen gelir seviyesini üç katına çıkardı."
Altı ay sonra, yolsuzluk ve rüşvet operasyonları Türkiye gündemini sarsarken, New York Times'ın internet sitesinde 27 Aralık 2013'te yazar Andrew Finkel'in bir paylaşımı olmuş; aşağıda veriyorum.
"Yüksek kademelerde yolsuzluk iddiaları, Bay Erdoğan'ın Türk siyasi hayatını askerlerin elinden çekip alma ve uzun bir ekonomik büyüme sürecini yönlendirme başarılarını altüst etmekle tehdit ediyor. Tıpkı çöldeki Musa gibi halkını bir esaretten kurtarırken onları, insanların zorbaca tehditler yerine uzlaşmayla yönetilebileceği vadedilmiş ülkeye ulaştırmayı başaramıyor."
Bu satırların yazarı Turkey: What Everyone Needs to Know ("Türkiye: Herkesin Bilmesi Gereken Şeyler") isimli bir kitabın da yazarıymış. Bana göre dersini iyi çalışmamış. Makalenin tamamı için burayı tıklayınız.
Bu iki yazarın sırf bu satırlarda yazmış olduklarına gerekli karşılığı vermek, 3 Mayıs 2012'den beri bugüne kadar blog'da yazıp yayınlamış olduğum 87 makaleyi baştan almak anlamına gelir. Onlar yazıldı ve hepsi burada duruyor. Ben şimdi sadece şu iki cümleye takılacağım:
"Askerlerin... üzerinde sivillerin hakimiyetini tesis
etti..."
"...Bay Erdoğan'ın Türk siyasi hayatını askerlereden elinden çekip alma ve uzun bir ekonomik büyüme sürecini yönlendirme başarıları..."
Nedense Batılı köşe yazarları Türk Silahlı Kuvvetleri'ni baştan suçlu ilân etmeye hazırlar- onların çoğuyla NATO müttefiki olduğumuz hâlde bu böyle! 2. Dünya Harbi'nin Nazi'lerinden sonra üniforma giyen herkese karşı bir güvensizlik toplum altşuuruna işlemiş zaten, darbeleriyle ünlü Güney Amerika da bu olumsuz imajı desteklemiş, "Vietnam sendromu" ile Amerikan ordusu kendi ülkesinde bile bu olumsuz imajdan payını almıştı. Hollywood Nazi'lerden zengin bir üniformalı zorba mirası devraldı ve harcayıp duruyor.
Darth
Vader ve kötü imparatorluğun kurmay subayları. The Empire Strikes Back
("İmparatorluğun Dönüşü.") Uzaya taşınmış Nazi militarizmi.
(I997
yenilenmiş versyonu)
Sevilen
resimli roman kahramanı Sipru, bir macerasında hayâli güney Amerika
ülkesi Palumbiya'ya giderek orada diktatör Zantas'ı devirmişti.
Zantas'ın tarzı ağırlıklı olarak Hitler ve Nazi'lerden esinlenmişti. Hiçbir Türk generali bu tarz bir nutuk çekmiş değildir. 12 Eylül
döneminde yedi yıl cumhurbaşkanlığı makamında kalan Kenan Evren'in
konuşma tarzı oldukça yumuşaktı. Aslında ünformasını çıkartırsanız
Zantas'ın sert, azarlayıcı tarzı hâlihazırdaki başbakanımıza çok daha
yakın! Aslında diktatörlük üniformaya bağlı değil, bir takım elbiseyle
de demokrat olunmaz!
Le Champignon et le Dictateur ("Mantar ile Diktatör") adlı maceradan, André Franquin, 1977.
Burada
da Sipru, Alman kültüründe hayâli bir Orta Avrupa ülkesinde zayıf
iradeli bir kralı zorba subaylarının etkisinden kurtarıyor. Soldan sağa
konuşma balonlarının tercümesi: (Birinci subay) "Siz de mi tören
üniformanızı giydiniz?" (İkinci subay): "Evet, makamlarımızı
bırakmayacağımızı bu küçük krala göstermeliyiz." (Sipru) "Beyler,
majestelerinin konuşması başlıyor. (kral) " Bretzelbourg topraklarında
tüm askeri üniformalar yasaklanmıştır."
QRN SUR Bretzelbourg ("Bretzelbourg'da Parazit Var"), André Franquin, 1976.
Varsayım: Ordunu tasfiye etmek iyi bir şeydir!
QRN SUR Bretzelbourg ("Bretzelbourg'da Parazit Var"), André Franquin, 1976.
Varsayım: Ordunu tasfiye etmek iyi bir şeydir!
Despot
asker imajının bu kadar kökleşmiş olması, başbakan Erdoğan ve AKP'nin
bir yandan ordumuzu vahşice tasfiye ederken bir yandan da dünaya bir
demokrasi kahramanı görünümü verebilmesini kolaylaştırdı. İftira, çamur
ve biraz da şantajla gerçekleştirilen operasyonu Washington'a komşu
kapısı Saylorsburg Pennsylvania'da mukim Fethullah Gülen hoca'nın
Cemaat'i üstlenmişti.
Hem Başbakan Erdoğan, hemde Gülen hoca siyasi İslam'a hizmet ederler ve ABD onları "ılımlı" sayarak destekler. ABD'ye göre "ılımlı" demek "kendine zarar vermeyen", daha da ötesi, "kendine hizmet eden ve müritlerine o yolda telkin yapan" anlamına geliyor ve bu şekilde oluşacak ümmetin gelişimi, mutluluğu, ilerlemesi gibi kavramlar içermiyor. 80'lerde "Işık Evleri" ile genç insanların zihinlerine sızarak bir "altın nesil" yaratıp devletin içine sokma ve yayma projesi, bugün başbakan Erdoğan ve AKP'nin kendilerinin de şikâyet ettiği "paralel devlet"'i yarattı. Hâlbuki lâik Cumhuriyet'imizi dönüştürmek için beraber hareket etmiş, Cemaat'in polisi delil üretir, dalga dalga operasyonlarla gazetecileri, akademisyenleri, aydınları ve, evet, askerleri toparlarken, Cemaat'in savcıları ve hakimleri adaletle ilgisi kalmamış göstermelik duruşmalarla akılalmaz cezalar dağıtırken ne başbakan Erdoğan, ne cumhurbaşkanı Gül, ne AKP kadrosu bundan bir rahatsızlık duymamış, hatta bazıları menunyetlerini gizleme gereği duymadan "vurun abalıya" psikolojisine girmişti. Cemaat'in basını- akla hemen Taraf ve Zaman geliyor... Ergenekon, Balyoz, casusluk gibi davalarda genç, yaşlı, emekli, muvazzaf yüzlerce subayı yüzsüzce hedef gösterirken AKP yandaş basını da alkış tutuyordu. (Bkz: "Bayrak ve Kurdele", 30 mayıs 2012, "Balyoz", 6 Eylül 2012, "Balyoz kararları", 22 Eylül 2012, "Balyoz Kararlarına Tepki", 26 Eylül 2012, "Casusluk ve Fuhuş", 28 Nisan 2013.)
Sözde "ana muhalefet lideri" olacak Kemal Kılıçdaroğlu yurtiçi ve yurtdışında tutuklu gazetecilerden bol bol bahsetti, yeri gelirse aydınlara ve milletvekillerine de değindi ama askerlere değinmekten- hele yurtdışında- hep kaçındı. Devlet Bahçeli de ondan iyi sayılmaz; Kürtçü-Ayrılıkçı BDP'ye gelince onların bakışı "Güneydoğu'yu ayıralım, Türkiye'nin canı cehenneme" şeklinde özetlenebilir. Tek gerçek ve tutarlı destek İşçi Partisi'nden geldi ve gelmekte, zaten kendi genel başkanları da içeride. Silahlı Kuvvetler mensuplarına gelince, onlar zaten emir kulu oldukları için ne kurumlarını, ne de arkadaşlarını savumaya yetkileri yok; yapılan haksızlıkları açıkça eleştirebilenler emekli olanlar (Köşe yazarı Em. Tuğamiral Türker Ertürk, HEPAR genel başkanı Em. Tümggeneral Osman Pamukoğlu gibi) ya da istifa ederek ordudan ayrılmış olanlar (Em. Oramiral Nusret Güner gibi)- ama bu şekilde seslerini yükseltenler artık Orduevi'ne alınmıyor! Uzun lâfın kısası, tutuklu subaylar ve aileleri büyük ölçüde yalnız bırakıldılar.
Tutuklu subayların eşleri ve aileleri haklarını savunmak ve seslerini duyurmak için Vardiya Bizde Platformu adıyla bir dayanışma oluşumunda biraraya geldiler. Her Cumartesi Ankara, Antalya, Aydın, Bursa, Datça, Erdek, Eskişehir, Gölcük, İstanbul ve İzmir'de (saat 13:00), Marmaris'te (saat 17:00), ayrıca her Perşembe Trabzon'da (saat 13:00) düzenledikleri Sessiz Çığlık eylemiyle millete ve dünyaya, kendilerinden beklenen ve alıştıkları şekilde, sessizce ve kibarca feryad ediyorlar. (Vardiya Bizde Platformu ve Sessiz Çığlık için bkz: http://www.vardiyabizdeplatformu.com . Ayrıca bkz: "Vardiya Bizde", 6 Kasım 2012, "Balyoz'a Balyoz", 5 Şubat 2013, "Çığlık Atılası", 12 Şubat 2013, "Çocuklarını Yiyen", 19 Şubat 2013.)
Hem Başbakan Erdoğan, hemde Gülen hoca siyasi İslam'a hizmet ederler ve ABD onları "ılımlı" sayarak destekler. ABD'ye göre "ılımlı" demek "kendine zarar vermeyen", daha da ötesi, "kendine hizmet eden ve müritlerine o yolda telkin yapan" anlamına geliyor ve bu şekilde oluşacak ümmetin gelişimi, mutluluğu, ilerlemesi gibi kavramlar içermiyor. 80'lerde "Işık Evleri" ile genç insanların zihinlerine sızarak bir "altın nesil" yaratıp devletin içine sokma ve yayma projesi, bugün başbakan Erdoğan ve AKP'nin kendilerinin de şikâyet ettiği "paralel devlet"'i yarattı. Hâlbuki lâik Cumhuriyet'imizi dönüştürmek için beraber hareket etmiş, Cemaat'in polisi delil üretir, dalga dalga operasyonlarla gazetecileri, akademisyenleri, aydınları ve, evet, askerleri toparlarken, Cemaat'in savcıları ve hakimleri adaletle ilgisi kalmamış göstermelik duruşmalarla akılalmaz cezalar dağıtırken ne başbakan Erdoğan, ne cumhurbaşkanı Gül, ne AKP kadrosu bundan bir rahatsızlık duymamış, hatta bazıları menunyetlerini gizleme gereği duymadan "vurun abalıya" psikolojisine girmişti. Cemaat'in basını- akla hemen Taraf ve Zaman geliyor... Ergenekon, Balyoz, casusluk gibi davalarda genç, yaşlı, emekli, muvazzaf yüzlerce subayı yüzsüzce hedef gösterirken AKP yandaş basını da alkış tutuyordu. (Bkz: "Bayrak ve Kurdele", 30 mayıs 2012, "Balyoz", 6 Eylül 2012, "Balyoz kararları", 22 Eylül 2012, "Balyoz Kararlarına Tepki", 26 Eylül 2012, "Casusluk ve Fuhuş", 28 Nisan 2013.)
Sözde "ana muhalefet lideri" olacak Kemal Kılıçdaroğlu yurtiçi ve yurtdışında tutuklu gazetecilerden bol bol bahsetti, yeri gelirse aydınlara ve milletvekillerine de değindi ama askerlere değinmekten- hele yurtdışında- hep kaçındı. Devlet Bahçeli de ondan iyi sayılmaz; Kürtçü-Ayrılıkçı BDP'ye gelince onların bakışı "Güneydoğu'yu ayıralım, Türkiye'nin canı cehenneme" şeklinde özetlenebilir. Tek gerçek ve tutarlı destek İşçi Partisi'nden geldi ve gelmekte, zaten kendi genel başkanları da içeride. Silahlı Kuvvetler mensuplarına gelince, onlar zaten emir kulu oldukları için ne kurumlarını, ne de arkadaşlarını savumaya yetkileri yok; yapılan haksızlıkları açıkça eleştirebilenler emekli olanlar (Köşe yazarı Em. Tuğamiral Türker Ertürk, HEPAR genel başkanı Em. Tümggeneral Osman Pamukoğlu gibi) ya da istifa ederek ordudan ayrılmış olanlar (Em. Oramiral Nusret Güner gibi)- ama bu şekilde seslerini yükseltenler artık Orduevi'ne alınmıyor! Uzun lâfın kısası, tutuklu subaylar ve aileleri büyük ölçüde yalnız bırakıldılar.
Tutuklu subayların eşleri ve aileleri haklarını savunmak ve seslerini duyurmak için Vardiya Bizde Platformu adıyla bir dayanışma oluşumunda biraraya geldiler. Her Cumartesi Ankara, Antalya, Aydın, Bursa, Datça, Erdek, Eskişehir, Gölcük, İstanbul ve İzmir'de (saat 13:00), Marmaris'te (saat 17:00), ayrıca her Perşembe Trabzon'da (saat 13:00) düzenledikleri Sessiz Çığlık eylemiyle millete ve dünyaya, kendilerinden beklenen ve alıştıkları şekilde, sessizce ve kibarca feryad ediyorlar. (Vardiya Bizde Platformu ve Sessiz Çığlık için bkz: http://www.vardiyabizdeplatformu.com . Ayrıca bkz: "Vardiya Bizde", 6 Kasım 2012, "Balyoz'a Balyoz", 5 Şubat 2013, "Çığlık Atılası", 12 Şubat 2013, "Çocuklarını Yiyen", 19 Şubat 2013.)
Sessiz Çığlık, Beşiktaş, İstanbul, 21 Eylül 2013.
(Görüntü kendi objektifinden.)
(Görüntü kendi objektifinden.)
2013
Kasım ayında İstanbul'da beliren bir afiş; uyduruk gaz maskeli, deniz gözlüklü
Gezi direnişçisi ile tam teçhizat Çevik Kuvvet polisi yanyana sırıtıyor
ve beraberce Cemaat'in gazetesini okuyorlar. Sapıklığa varan bu görüntü sinirlerimi o kadar
gerdi ki arkasındaki Cemaat-AKP çatlağını farketmedim.
Çocuklarımızın ve gençlerimizin en güzel yıllarına karabasan gibi oturan üniversite sınav sistemi ve doğurduğu dershane endüstrisi aniden gündeme geldiğinde ne gençleri düşünen vardı, ne onların gençliklerini, ne de geleceklerini- mesele AKP'nin Cemaat'e bir darbe vurmak isteyerek dershaneleri kapatma kararı almasıyla gündeme geldi, ve AKP'nin istediği gibi Cemaat ciyakladı! Cemaat basını ciddi şekilde eski ortağına cephe aldı.
28 Kasım'da Cemaat gazetesi Taraf AKP'ye bir şamar attı; Mehmet Baransu'nun yaptığı haberde 28 Ağustos 2004'te Milli Güvenlik Kurulu'nun Cemaat'in faaliyetlerine karşı almış olduğu kararları ve o kararların altında başbakan Erdoğan'ın ve cumhurbaşkanı Gül'ün imzaları olduğunu yayınladı. Lâik askerlerin baskısına karşı duran İslamcı AKP imajı yara aldı, AKP Baransu'yu "casusluk" suçlamasıyla sorgulattı. Şuna bakın ki 4 Ocak 2010'da "Fatih camii bombalanacaktı" ve "kendi uçağımızı düşürecektik" iddialarıyla Balyoz cadı avını başlatan gazeteci yazar da aynı Mehmet Baransu'ydu ve o zamanlar AKP Baransu'nun habercilik yaklaşımından hiç mi hiç rahatsızlık duymuyordu! Bkz. "Balyoz", 6 Eylül 2012.
Unuttuk mu? Taraf,
4 Ocak 2010, Mehmet Baransu attı bir çamur, yüzlerce onurlu subayın
kariyeri bitti, yılları kayboldu, aileleri mahvoldu. Şimdi hedef AKP ve başbakan Erdoğan olunca, vay efendim "paralel devlet"!
Yine de bu atışmaları geçici saydım, "nasıl olsa öpüşüp barışırlar" dedim. Derken 17 Aralık 2013'te polis ve yargı büyük bir "yolsuzluk ve rüşvet" operasyonuna girişti ve iş adamları, Halkbank genel müdürü, üç bakanın oğlu, bir bakanın da kendisi bu işe bulaştılar. (İsimleri tekrar yazmıyorum, bkz: ,"'Gezi' yılını kapatırken" isimli yazının son bölümü, "2013 İçin Sonsöz", 27 Aralık 2013.) Bakanlar istifa etmek durumunda kaldılar. Bu başbakan'ı çok kızdırdı, polis ve yargıda komiserlerin, yargıçların yerlerini , oradan oraya atamaya başladı. Derken kendi oğlu Bilal Erdoğan da ifadeye çağrıldı. Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları döneminde, çağırıldıkları için dünyanın uzak köşelerindeki görevlerinden onurlu bir şekilde dönüp tutuklanan ve sonrada sahte deliller ve yalancı şahitlerle uzun mahkumiyetler alan subayların aksine, Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanının oğlu Bilal Erdoğan ifade vermeye gitmedi. Zaten askerliğini de yapmamıştı.
Başbakan Erdoğan'ın daha düne kadar pek güvendiği yargıya cevabı.
Tecahül-ü arif sanatı;
mana murad olundukta "ben despotum ve kimseye hesap vermem" demek ister.
(Görüntü medyadan.)
Artık belki nihayet adalet!
Videoklip:
Bn. Nurgül Örgen Özelçi, Balyoz davasında 16 yıla mahküm edilen
Deniz Kurmay Albay Mehmet Örgen'in kızkardeşi, 28 Aralık 2013'te İstanbul Beşiktaş'ta yapılan 66ncı Sessiz Çığlık eyleminde çığlığını atıyor.
(Bn. Özelçi'nin görüntüleri kendi objektifimden, hareketsiz görüntüler medyadan.)
Deniz Kurmay Albay Mehmet Örgen'in kızkardeşi, 28 Aralık 2013'te İstanbul Beşiktaş'ta yapılan 66ncı Sessiz Çığlık eyleminde çığlığını atıyor.
(Bn. Özelçi'nin görüntüleri kendi objektifimden, hareketsiz görüntüler medyadan.)
Videoclip:
Mrs. Nurgül Örgen Özelçi, sister of Naval Staff Capt. Mehmet Örgen, speaks out in defence of her imprisoned brother during the 66th "Silent Scream" (Sessiz Çığlık) demonstration on
Mrs. Nurgül Örgen Özelçi, sister of Naval Staff Capt. Mehmet Örgen, speaks out in defence of her imprisoned brother during the 66th "Silent Scream" (Sessiz Çığlık) demonstration on
December 28th, 2013, at Beşiktaş, Istanbul.
(Images of Mrs. Örgen Özelçi are from my own camera, other stills are from the media.)
ENGLISH
Viewed from here, the unethical administrative style of the AKP government has long been evident, and its aims and intentions cleary qualify as high treason. That prime minister Erdoğan and the AKP could for so long maintain the illusion of a liberal, democratic government abroad was not only amazing, but downright infuriating. The US, for one, cannot be unaware of the sordid practices of the AKP administration, seeing as this party was brought to power with US support for the purpose of carrying out US policy in the Middle East, the so-called "Greater Middle East Project". The gigantic US diplomatic missions in Turkey and the meddlesome ambassador Ricciardone would certainly be reporting rising anti-US sentiment caused by AKP policies, but this did not keep President Obama from going all out in showing his affections to prime minister Erdoğan at the White House in May 2013- even as opponents at home were gearing up for the protests of May 19th. (See: "Sailing for Samsun", 4 August-Ağustos 2013.)
Prime minister Erdoğan and President Obama in happier days, May 2013.
Meanwhile, preparations for the May 19th protests were under way.
Could the US have been unaware of the mounting discontent?
(Image from the media.)
And the world started to take notice. Images of the Gezi protests had their effect on the public, seeping to the opinionated columnists who were forced to revise their views. But they seem incapable of acknowledging how wrong they had always been, pretending that prime minister Erdoğan had started well, but had somehow later lost his bearings. Here is an excerpt from an article by columnist Haroon Siddiqui for The Toronto Star, which I got from the Star website, published on June 5th 2013, at the height of the Gezi protests. (For the full text, click here.)
"He has asserted
civilian control over the military and shadowy right-wing militias;
tamped (sic) down dangerous narrow nationalism and started recognizing the
rights of minorities — Christians, Alevis, Kurds, etc.; and arranged a
ceasefire with the Kurdish Workers Party (deemed terrorist by Turkey,
the U.S. and Europe) and is negotiating, with wide popular support, an
end to a decades-long secessionist war that has taken 40,000 lives. He
has tripled Turkey’s per capita income within a decade.
In the face of such
historic liberal democratic achievements, it is ignorance or malice to
put Erdoğan in the same league as Arab autocrats or Iranian ayatollahs."
Half a year later, in the wake of the corruption and graft investigations that are exposing the worst of Prime Minister Erdoğan, the AKP, and also of the police and judiciary, take a look at is the opinion of Andrew Finkel, author of Turkey: What Everyone Needs to Know. It was shared on the New York Times website on December 27th, 2013. To see the full article, click here.
The allegations of high-level corruption threaten to undo Mr. Erdogan’s accomplishment of wresting Turkish politics from the military and overseeing a long period of economic growth. Like a Moses in the wilderness, he has led his people from one sort of bondage but appears unable to deliver them to a promised land of transparent government where people are ruled through consensus rather than bullying and threats.
Commenting on every opinion these gentlemen have expressed in these excerpts would mean re-writing all 87 articles I have posted on this blog since May 3rd 2012. For the purposes of this article, I will confine myself to these phrases, echoed by many other columnists in the West:
"He has asserted civilian control over the military ..."
"The allegations of high-level corruption threaten to undo Mr. Erdogan’s accomplishment of wresting Turkish politics from the military..."
For some reason, many intellectuals and columnists in the west see the arm forces of Turkey as evil by definition, notwithstanding the fact that Turkey is a NATO member nation. The post-World War II distrust of anyone in uniform and the image of coup-ridden South American republics may have played their part in the image. The US had its Vietnam syndrome, and Hollywood inherited an unending supply of thugs in uniform from the Nazis.
Half a year later, in the wake of the corruption and graft investigations that are exposing the worst of Prime Minister Erdoğan, the AKP, and also of the police and judiciary, take a look at is the opinion of Andrew Finkel, author of Turkey: What Everyone Needs to Know. It was shared on the New York Times website on December 27th, 2013. To see the full article, click here.
The allegations of high-level corruption threaten to undo Mr. Erdogan’s accomplishment of wresting Turkish politics from the military and overseeing a long period of economic growth. Like a Moses in the wilderness, he has led his people from one sort of bondage but appears unable to deliver them to a promised land of transparent government where people are ruled through consensus rather than bullying and threats.
Commenting on every opinion these gentlemen have expressed in these excerpts would mean re-writing all 87 articles I have posted on this blog since May 3rd 2012. For the purposes of this article, I will confine myself to these phrases, echoed by many other columnists in the West:
"He has asserted civilian control over the military ..."
"The allegations of high-level corruption threaten to undo Mr. Erdogan’s accomplishment of wresting Turkish politics from the military..."
For some reason, many intellectuals and columnists in the west see the arm forces of Turkey as evil by definition, notwithstanding the fact that Turkey is a NATO member nation. The post-World War II distrust of anyone in uniform and the image of coup-ridden South American republics may have played their part in the image. The US had its Vietnam syndrome, and Hollywood inherited an unending supply of thugs in uniform from the Nazis.
Darth Vader and staff officers of the evil Empire. Star Wars- The Empire Strikes Back. Nazi-style militarism in space.
(1997 Special Edition Release)
Popular comic book hero Spirou made a fictional trip to imaginary South American republic Palumbia, where he successfully toppled the dictator Zantas, whose style borrowed a lot from Hitler. If you take away his uniform, his speech bears more resemblance to prime minister Erdoğan's haranguing style than to any Turkish miitary top brass, including Gen. Kenan Evren who occupied the office of the presidency for seven years following the military intervention of September 12th, 1980. (In truth, Gen. Evren was quite soft spoken.)
A uniform doesn't necessarily make a dictator, not any more than a suit makes a democrat.
From Le Dictateur et le Champignon ("The Dictator and the Mushroom")
by André Franquin, 1977.
by André Franquin, 1977.
Here Spirou helps save a meek king in an imaginary
Germanic country from his domineering military. The
talk ballons from left to right: (First officer) "You too in grand
uniform?" (Second officer) "Yes, we have to make this little king
understand that we intend to keep our commands." (Spirou) "Gentlemen,
the televised speech of his majesty, the king." (The king:) "All military uniforms are forbidden on Bretzelbourg territory."
QRN Sur Bretzelbourg, ("Interference on Bretzelbourg") André Franquin, 1976.
Foregone conclusion: any army deserves to be disbanded.
While opposition leader Kemal Kılıçdaroğlu of the CHP often made allusion at home and abroad to the journalists in prison, he kept as quiet as possible about officers, and the second opposition Devlet Bahçeli of the MHP was no better. As for the fourth party in parliament, the Kurdish-seperatist BDP, they are willing to see Turkey slip into the middle ages so long as they get their way, and since US-puppet AKP actively promotes seperation (as the Greater Middle East Project provides) they are in perfect accord. The vicious Cemaat and AKP media showered abuse on the officers and the Armed Forces in general, and supported the conduct of the courts no matter how outrageous they were.The only unqualified support came from the Labor Party, not even in parliament, with several prominent members- including chairman Doğu Perinçek- in prison. Military men, in the service of the government, were not allowed to express an opinion. (Only retired officers venture to express their thoughts, and some have become quite active and vocal in criticizing AKP policies.) By and large the interned officers and their families were on their own.
Foregone conclusion: any army deserves to be disbanded.
Such an ingrained image of the despotic military man made it easy for Erdoğan and the AKP to carry out a vicious pogrom in the armed forces of his own country and still appear the democratic hero to the world. The method employed was slander and smearing, with a bit of blackmail thrown in, the instrument the Gülen Cemaat ("community" in the religious sense) headed by a shadowy imam named Fethullah Gülen, resident in Saylorsburg, Pennsylvania, within easy reach of his masters in DC.
Erdoğan and Gülen both serve political Islam, and are regarded and favoured by the US for being "moderate". Gülen has improbably large sums of money at his command, runs a vast network of schools around the world, including both Turkey and the US. His intrusion into young people's minds began as far back as the early 80's when he opened a string of homes called "Houses of Light" (Işık Evleri) that offered suitable accomodation for low income students where they were exposed to the teachings of what came to be called the Gülen cult, or Cemaat ("djemaat"). The generation that grew made inroads into the government, the first ones to go in clearing the way for the rest. They penetrated deep into the police and the judiciary- on the one side those who arrest supects and gather evidence, and on the other those who prosecute and judge them! The Gülen cult also had its own press and media organs in Turkey, notably the newspapers Taraf and Zaman, with which to guide public opinion. The AKP bought up most of the rest of the media, and from that point on they acted in unison- until very recently.
With the Cold War over and fundamentalist Islam the next headache to be dealt with, think-tanks in the US had started cooking up plans for a new Middle East, which evolved into the Greater Middle East Project. The plan called for the rearrangement of borders- including Turkish ones- and a new role for Turkey as a theocratic Islamic state through which to lead the Muslim world. Nationalism and a patriotic military guarding national interests were clear obstacles to this, so the secular Turkish Republic, so useful an ally in the Cold War, had to be sacrificed for the "greater cause", even if it meant stabbing a long-standing NATO ally in the back. Americans would normally consider such an action un-American, but there you are! The operation to discredit Kemal Ataturk's secular Republic and dismantle the Turkish Armed Forces was launched with US approval- it could not have been done otherwise. US-trained police of the Cemaat fabricated and planted evidence, dubious informants- some already convicts, some anonymous callers, some sending e-mails from abroad- served as pretexts for raids. The Cemaat media whipped up public opinion against the victims of the witchhunt. The Cemaat-infested judiciary provided the prosecutors and judges. The victims were journalists, academicians, intellectuals, but most of all, officers by the hundreds!
Some conspiracy allegations were hatched for the purpose,
notably a fictitious "terrorist organization", called Ergenekon- the title of an ancient Turkish origin-saga, to add insult to injury. (See: "The Flag and the Ribbon", 30 May-Mayıs 2012) Then there was a weird coup-plot called Balyoz ("Sledgehammer") which allegedly involved bombing our own mosque and shooting down our own plane. (See: "The Sledgehammer", 6 September-Eylül 2012, "Sledgehammer Verdicts", 22 September-Eylül 2012, "Reacting to the Sledgehammer Verdicts", 26 September-Eylül 2012.) There were other excuses to round up officers, like the espionage and adultery slanders. (See: "Adultery and Espionage", 28 Nisan-April 2013.)
Taraf, January 4th, 2010.
Do you think we could forget?
Outrageous claim by reporter Mehmet Baransu. "the Fatih Mosque was going to be bombed", "we were going to shoot down our own plane."
It was all fine then, but now that Baransu has started writing against the AKP,
Prime Minister Erdoğan is shouting "parallel state"
While opposition leader Kemal Kılıçdaroğlu of the CHP often made allusion at home and abroad to the journalists in prison, he kept as quiet as possible about officers, and the second opposition Devlet Bahçeli of the MHP was no better. As for the fourth party in parliament, the Kurdish-seperatist BDP, they are willing to see Turkey slip into the middle ages so long as they get their way, and since US-puppet AKP actively promotes seperation (as the Greater Middle East Project provides) they are in perfect accord. The vicious Cemaat and AKP media showered abuse on the officers and the Armed Forces in general, and supported the conduct of the courts no matter how outrageous they were.The only unqualified support came from the Labor Party, not even in parliament, with several prominent members- including chairman Doğu Perinçek- in prison. Military men, in the service of the government, were not allowed to express an opinion. (Only retired officers venture to express their thoughts, and some have become quite active and vocal in criticizing AKP policies.) By and large the interned officers and their families were on their own.
The wives and families of interned officers came together to form a mutual support group called Now It's Our Shift ("Vardiya Bizde"), implying they were taking over the duties of their husbands, fathers, brothers, sons. They have been regularly assembling in various cities, every Saturday, to express their frustration in the proper and genteel way that is expected of them. These protest actions are dubbed "Silent Scream" (Sessiz Çığlık), appropriately so since this polite assembly is not the screaming type. (See: "Now It's Our Shift", 6 November-Kasım 2012, "Hammering the Sledgehammer", 5 February-Şubat 2013, "Makes You Want to Scream", 12 February-Şubat 2013, "Devouring His Own Children", 19 February-Şubat 2013.)
Silent Scream, Beşiktaş, Istanbul, September 21st, 2013.
(Image from my own camera.)
My most detailed assessment of the tragedy that has befallen my country the AKP decade was "Ergenekon Trials and Tribulations",
August 30th 2013.
Already during the Gezi protests, there were rumors of disagreement between the AKP and its close collaborator, the Cemaat. I did not take it seriously; they were bound so closely together that any disagreement would have to be ironed out for the survival of both parties. A billboard for the Cemaat newspaper Zaman hinting at a reconciliation with the Gezi protesters was so repugnant an image that I did not pause to ponder its implications.
Billboard for Cemaat newspaper Zaman in November 2013.
The blurb is a pun on the the name of the paper, which means "time":
"The time is the time of brotherhood".
I was put off by the perverse image of the Gezi protester with makeshift gasmask and goggles peacefully reading the Cemaat newspaper with his tormentor. I failed to recognize the breach between the AKP and the Cemaat this billboard suggested.
(Image from my own camera.)
The University Entrance Exams have caused th
e emergence of an indigenous Turkish institution- private teaching establishments, called dershane, which students feel compelled to attend outside regular school hours in a hope to obtain an edge in the race for a place in higher education. These have become an industry, and many belong to the Gülen Cemaat. The fall season of 2013 was full of the controversy caused by the AKP's intention to close them, and act which would deal a blow on the Cemaat's finances and influence.
The Cemaat newspaper Taraf, struck a blow on November 28th 2013, revealing the National Security Council Resolutions of August 28th, 2004 which were directed against the activities of the Gülen Cemaat and carrying the signatures of prime minister Erdoğan and president Gül. This threw a dent on the AKP's image of standing up against the aggresively secular military. That and other articles led to the interrogation of journalist Mehmet Baransu on charges of "espionage". (Mehmet Baransu had once made himself useful by launching the Sledgehammer witchhunt with his article of January 4th, 2010- the one about bombing a mosque and shooting our own plane!)
All this seemed no more serious than a lovers' tiff until, on April 17th 2013, the police and the judiciary launched a corruption and graft operation that instantly sucked in the the director of the state bank Halkbank, businessmen close to the AKP, the sons of three cabinet ministers, and another minister personally. (See the "Epilogue for 2013", near the end of "Closing the Gezi Year", 23 December-Aralık 2013.) The ministers were forced to resign. The prime minister was furious, started playing musical chairs in the police and the judiciary, but his own son Bilal Erdoğan was implicated and called for interrogation nevertheless. Unlike the proud officers who had come home from postings around the world to testify and be jailed, the son of the prime minister of Turkey has just vanished!
Prime minister Erdoğan and the AKP ministers have started hurling accusations at the "Cemaat-controlled" judiciary,
calling it a "parallel state", threatening to "enter their lairs" and clean them out, organizing rallys, trying to make it all seem like a new war of independence against foreign powers, including the US! Bizzarely, the prime minister is echoing everything we have been saying, everything he had been denying for years! The AKP media and the Cemaat media have turned against each other teeth and claw! Confused and panicked, some AKP ministers are letting things slip that amount to confessions. The prime ministers' chief advisor Yalçın Akdoğan, in attempting to discredit the Cemaat by counting its crimes, included "hatching a plot" against the Armed Forces- a crime to which the AKP was a willing accomplice. (In his column in the Star newspaper, December 24th, 2013. He tried to rephrase his words afterwards.) The opponents of the AKP-Gülen cabal seized those words, the officers' families prodded the overcautious chief of staff Gen. Necdet Özel to action, and the Armed Forces have formally lodged a criminal complaint and asked for a reevaluation of the conspiracy cases against the officers (December 27th, 2013). We hope we see some justice come out of all this!
e emergence of an indigenous Turkish institution- private teaching establishments, called dershane, which students feel compelled to attend outside regular school hours in a hope to obtain an edge in the race for a place in higher education. These have become an industry, and many belong to the Gülen Cemaat. The fall season of 2013 was full of the controversy caused by the AKP's intention to close them, and act which would deal a blow on the Cemaat's finances and influence.
The Cemaat newspaper Taraf, struck a blow on November 28th 2013, revealing the National Security Council Resolutions of August 28th, 2004 which were directed against the activities of the Gülen Cemaat and carrying the signatures of prime minister Erdoğan and president Gül. This threw a dent on the AKP's image of standing up against the aggresively secular military. That and other articles led to the interrogation of journalist Mehmet Baransu on charges of "espionage". (Mehmet Baransu had once made himself useful by launching the Sledgehammer witchhunt with his article of January 4th, 2010- the one about bombing a mosque and shooting our own plane!)
All this seemed no more serious than a lovers' tiff until, on April 17th 2013, the police and the judiciary launched a corruption and graft operation that instantly sucked in the the director of the state bank Halkbank, businessmen close to the AKP, the sons of three cabinet ministers, and another minister personally. (See the "Epilogue for 2013", near the end of "Closing the Gezi Year", 23 December-Aralık 2013.) The ministers were forced to resign. The prime minister was furious, started playing musical chairs in the police and the judiciary, but his own son Bilal Erdoğan was implicated and called for interrogation nevertheless. Unlike the proud officers who had come home from postings around the world to testify and be jailed, the son of the prime minister of Turkey has just vanished!
to the judiciary that had been so useful until it turned against him:
"STRONG WILLPOWER"
Euphemism for "I am a despot and don't have to answer to anybody!"
(Image from the media.)
Prime minister Erdoğan and the AKP ministers have started hurling accusations at the "Cemaat-controlled" judiciary,
calling it a "parallel state", threatening to "enter their lairs" and clean them out, organizing rallys, trying to make it all seem like a new war of independence against foreign powers, including the US! Bizzarely, the prime minister is echoing everything we have been saying, everything he had been denying for years! The AKP media and the Cemaat media have turned against each other teeth and claw! Confused and panicked, some AKP ministers are letting things slip that amount to confessions. The prime ministers' chief advisor Yalçın Akdoğan, in attempting to discredit the Cemaat by counting its crimes, included "hatching a plot" against the Armed Forces- a crime to which the AKP was a willing accomplice. (In his column in the Star newspaper, December 24th, 2013. He tried to rephrase his words afterwards.) The opponents of the AKP-Gülen cabal seized those words, the officers' families prodded the overcautious chief of staff Gen. Necdet Özel to action, and the Armed Forces have formally lodged a criminal complaint and asked for a reevaluation of the conspiracy cases against the officers (December 27th, 2013). We hope we see some justice come out of all this!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder