29 Ekim 2012 Pazartesi

FAZIL SAY NE DEMİŞ Kİ?- WHAT DID FAZIL SAY SAY ANYWAY?


TÜRKÇE (For English text please scroll down.)

Fazıl Say sadece ülkemizde değil dünyaca da tanınmış ve saygı gören bir konser piyanistimiz ve bestecimiz. Hükümetin tuttuğu köktendinci yolu da sesli bir şekilde eleştirir. Atatürk’ün mirasını devam ettirmeye çalışanların durumunu ifade eden “biz devrik Rönesans'ın çocuklarıyız” sözleri durumumuzu son derece güzel ifade ediyor. (Haber Türk'te bir röportajdan.)

Düşüncelerini internet’te de paylaşır- benim de burada yaptığım gibi.
Twitter’da yazdığı bazı şeyler yüzünden mahkemelik oldu. Bazı mümin vatandaşlar alınmışlar ve davacı olmuşlar. Perde arkasından onları bu şekilde yönlendirenler olduğunu duyarsam şaşırmam. Fazıl Say neyse ki tutuksuz yargılanıyor, ama 1,5 yıla kadar ceza istemi var. Adalet sistemimizin yeni stiliyle bu mesele senelere yayılabilir.

Davaya gerekçe olan sözleri aradım, bir haber sitesinde şunları buldum:

“Müezzin 22 saniyede okudu akşam ezanını yahu. Prestissimmo con fuoco!!! Ne acelen var? Sevgili? Rakı masası?

“Bilmem farkettiniz mi ama nerde yavşak adi magazinci hırsız şaklaban varsa hepsi Allahçı, bu bir paradoks mu?

"Tanrı; uğruna yaşayacağın bir şey mi, öleceğin bir şey mi, yoksa hayvanlaşıp öldüreceğin bir şey mi ? Bunu da düşün!”

Ve Ömer Hayyam’dan alıntı bu beyit:

“Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cenneti ala meyhane midir?

“Her müminine 2 huri vereceğim diyorsun, cenneti alâ kerhane midir?”

Davcıların hassas ruhlarını rencide eden başka birşey yazmış mı bilmiyorum ama ben bu okuduklarımda içten inanan temiz  yürekli bir müslümanı alındıracak birşey görmüyorum.

 Fazıl Say

ENGLISH
The footnote links do not work; you will have to scroll down to to the footnotes for expanded information. There are just three footnotes here so it won't be much trouble.
Other links should work.



Fazıl Say is an accomplished Turkish concert pianist and composer of international repute. You can see many of his performances on You-Tube.

If you haven’t heard of him, here is his website:


He is also outspoken in his criticism of the fundamentalist Islamist direction the government is taking. His words “we are the children of an overthrown Renaissance” referring to the seriously threatened republic of Atatürk, ring very true.[1] He shares his views on the net, as indeed so do I.

Some things he put on Twitter brought him to court. Apparently, some good Muslims and complained. I would not be surprised if they were put up to it by some puppetmasters behind the scenes. The prosecution asks for up to a year and a half in prison. The court case is going on. In the new style of the Turkish judiciary, it could go on for ages.

I looked for the offending lines on the net, this is what I found;

“The muezzin[2] chanted the call for the evening prayer in just 22 seconds. Prestissimo con fuoco. What’s your rush? A girlfriend? A rakı[3] table?”

“I don’t know if you’ve noticed, wherever you see a sleazy, common, gossipy, thieving charlatan they all talk of Allah. Is this a paradox?”

“Is God something to live for, to die for, or something to become a beast and kill for? Give this a little thought.”

And a quote from Omar Khayyam:

“You say wine will flow in its rivers, is heaven a bar?

“You promise a pair of young maidens to every believer, is heaven a brothel?”

I don’t know if there was anything else but in this much, I see nothing to offend a true, pious believer.


[1] Television interview on Haber Türk.
[2] The person who chants the ezan, the traditional call to prayer.
[3] Turkish alcoholic drink, similar to the Greek uzo, habitually taken with a long, slow, chatty meal, the “rakı table”.

28 Ekim 2012 Pazar

ŞANI EKSİLMİŞ- FADED GLORY


TÜRKÇE (For English text please scroll down.)

2012, Ekim’in 16’sıydı. Kapımıza yapıştırılmış imzasız bir yazı buldum. Penceremde asılı soluk baayrağımıza dikkatimi çekiyor, bunu suç olarak tanımlayan kanun maddelerini naklediyordu. Şaşırtıcı birşey yoktu bunda; bayrak 13 Nisan 2009’dan beri asılıydı.

O tarihte “12nci Ergenekon dalgası” ile toplam 60 kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınanlar arasında akademisyenler Mustafa Yurtkuran, Ferit Bernay, Fatih Hilmioğlu, ve Başkent Üniversitesi kurucu rektörü, organ nakli uzmanı Mehmet Haberal vardı.

Duyduğum rahatsızlık ve çaresizlik beni birşeyler yapmaya dürttü. O akşam pencereme bayrağımı astım ve “bu insanlar serbest bırakılmadıkça bu bayrak inmeyecek” dedim. Büyük lâf etmişim. Ergenekon sanıkları hâla içeride, mahkemeler hâla sonuçsuz, bazısına yöneltilen belirgin bir suçlama bile yok. Mahmet Haberal ne ile suçlandığını bilmediğini tekrar tekrar belitti.

Hislerimi ve bu davranışımı elektronik posta aracılığıyla arkadaş ve tanışlarla paylaştım, sonra bu blog’da da naklettim. (Bkz "Bayrak ve Kurdele", 30 Mayıs 2012)

Astığım- ve şimdi solmuş olan- bayrağım, benim için özellikle önemli bir bayraktı; yurtdışında geçirdiğim yıllarda bana refakat etmişti, meleğimin en yüksek noktası olan Disney yıllarında yanımda masamın bir rafında katlı duruyordu.

Bayrağım şimdi güneşten iyice ağarmış durumda! Rüzgâr kenarlarını sökmüş. Komşum haklı yani. Ve bayrağı bu durumda asmak gerçekten de suç!

Ancak, insanları gerekçesiz hapsetmek de suç! Vatandaşın böyle bir haksızlığa uğramayacağının güvencesi de bu bayraktı! Artık bu güvenceyi vermiyorsa, temizmiş, ütülüymüş, kırmızısı parlakmış,ne anlamı kaldı? (Dr. Haberal kendini tahliye etmeyen hakimlere karşı açtığı davayı kazandı, dokuz hakimin her biri 1500'er TL tazminat vermeye mahkum edildi. Ama bu Dr. Haberal'ı bulunduğu durumdan kurtarmadı. Haziran 2010'daydı, o tarihten beri bile iki yıldan fazla zaman geçti!)

Bayrağın durumu, milletini ve bayrağını bu kadar çok seven bu aydın insanların ömürlerinden çalınan yılları belirgin bir şekilde gösteriyor. Şanından birşeyler eksilmiş gibi gözükse de eksilen, bu büyük adaletsizliği bu kadar rahatlıkla sineye çeken milletin şanıdır.

Çok cesur bir insan olmadığım için verdiğim söze rağmen “mahalle baskısına” boyun eğdim ve, bayrağı indirdim. İnat edebilirdim, mahkemelik olmayı bekleyip, davamı Ergenekon sanıklarının durumuna dikkat çekmek için kullanabilirdim (Emile Zola tarzı!) ama adalet sistemine pek güvenemediğim için bu kadar ümitsiz bir mücadeleye kendimi hazır hissetmedim.

 Nöbeti yeni bir bayrak devraldı! Siyah kurdele hâla yerinde.


 İmzasız mektup
 The anonymous letter

 Solmuş bayrağım- My faded flag


 ENG

On October 16th 2012, I found an anonymous note stuck to our door. A neighbour was drawing my attention to the faded flag at the window, quoting te relevant laws that make it a crime to display a faded and torn flag. No wonder; it was hanging since April 13th, 2009.
On that day, in yet another “Ergenekon” razzia, “the 12th wave”, a total of 60 people were taken in custody, among them academicians Mustafa Yurtkuran, Ferit Bernay, Fatih Hilmioğlu, and most notably Mehmet Haberal, accomplished transplant surgeon, founder and rector of Başkent  University, Ankara.

In a fit of indignation I hung up my flag from my window, saying “this flag stays here so long as those people are in prison!” Big words! How could I know these people would be kept behind bars for so long? Mr. Haberal still professes ignorance as to why he is there.

I shared all of this with friends and acquaintances by e-mail, as well as on this blog. (See "The Flag and the Ribbon", May 30th 2012).

That flag was important to me- it had accompanied me during my years abroad as an animator; it lay folded on a shelf of my desk during my proud years at the Disney studio.

Now the flag is practicaly bleached by the sun, tattered and frayed. So my anonymous neighbour is right. And yes, it is against the law!

But it is also against the law to incarcerate people without verdict, without even a case against them. The flag was supposed to be a safeguard for citizens against injustice and a guarantee for a fair trial. If it no longer provides these, what’s the point of having it bright red, washed and pressed?

The glory is indeed faded, not of the flag but of the nation that allows such blatant injustices towards people most dedicated to it. The state of the flag visibly demonstrates the passage of time, the years taken away from the lives of illustrious, patriotic intellectuals still incarcerated without verdict, and even without a clear case against them! (Dr. Haberal brought his own judges to court for keeping him in prison, won the case, the nine judges had to pay him 1500.-TL each in compensation, but this did not secure his release. That was in June 2010, more than two years ago.)

Bowing to pressure from the neighbours, and not being the bravest of men, I have broken part of my promise. I could have been obstinate, wait to be charged, and used the case to attract more attention to the injustices of the Ergenekon trials (Emile Zola style), but with the judiciary system highly suspect, I did not feel prepared for such a hopeless battle! The faded flag is now down!

A new flag has taken up the post, the black ribbon remains!

7 Ekim 2012 Pazar

AKÇAKALE'YE TOP MERMİSİ VE MUKABELELER- THE SHELLING OF AKÇAKALE AND REPRISALS


TÜRKÇE (For English text please scroll down.)

3 Ekim 2012’de Suriye sınırındaki Akçakale kasabasına bir top mermisi düştü. Suriye tarafından atıldığı söylenen mermi ikisi kadın üçü çocuk beş vatandaşımızı öldürdü.


Türkiye bir açıklama beklemeden karşılık verdi. Kendi basınımıza göre bizim atışlarımız sonucunda yirmi Suriye askeri hayatlarını kaybetmiş. Başka kaynaklar da otuzdört gibi bir sayı veriyor.


Başbakan Erdoğan’a göre anında verilen bu tepki kendi kararıymış.


Suriye Akçakale’ye düşen mermi meselesini incelediğini belirtti. Vatandaşlarımızı öldüren atışın Suriye tarafından yapıldığı henüz kesin değil, hele bu konuda bir emrin yukarı kademelerden geldiği hiç olası görülmüyor. Öte yandan bizim misilleme atışlarımızın sorumluluğunu başbakanımız bile bile, hatta iftiharla üstüne alıyor. Almış olduğu canlar ne onu ilgilendiriyor, ne de bizim medyayı.

 "Babacığım, başka bir küçük kızın babasını mı öldüreceksin?"
Ressam belirsiz, Life dergisi, 1898
ABD- İspanya savaşı ile ilgilidir.

Müslüman kardeşliğine o kadar önem veren başbakanımızın komşu ülkedeki din kardeşlerini öldürmek konusunda bu kadar hissiz olması en azından ilginç! PKK’nın şehit ettiği askerlerimizin ailelerinin acılarını ve gözyaşlarını ekranlarda ve gazetelerin ön sayfalarında uzun uzun sergileyen, evlenemedikleri nişanlıların ve göremedikleri evlatlarının görüntülerini zihnimize ve vicdanlarımıza kazıyan medya kendi silahlarımızla şehit ettiklerimizi (evet, onlar da “şehit” olmuş oluyor, kendi tanımlamamızla) insandan saymıyor. Demek savaş psikolojisine bu kadar açığız!


1992’de Ege’de yapılan bir ortak NATO manevrasında ABD’nin Saratoga uçak gemisinden ateşlenen iki füze bizim Muavenet destroyerimizin köprüsünü vurdu, gemi komutanıı dahil beş subayımız öldü. ABD olayın bir kaza olduğunu bildirdi. Geçtiğimiz günlerin mantığına göre bizimkiler hemen misilleme yapıp yirmi Amerikan denizcisini haklaması gerekirdi. Mevzubahis olan dost, müttefik ve büyük ağabey Sam Amca olunca iş bu kadar ileri gitmedi tabii. (ABD donanması olayla bağlantılı olarak beş subay ve üç ere sicil cezaları verdiklerini okudum. Kaybettiğimiz gemiye karşı da USS Capodanno’yu verdiler, bu gemiye tahrip olan Muavenet’in adı verildi.)


Neticede iki yanlış bir doğru yapmaz; o zaman Amerikalılar mevzubahis olunca doğru olan şimdi Suriyeliler için de doğru olmalıydı.

Birkaç ay önce doğu Akdeniz’de bir RF-4E savaş uçağımız düşmüştü. (Tarih 22 Haziran 2012.) Suriye, uçağımızı kendi hava sahası üzerinde düşürdüğünü ilan etti ve bizim taraftan çok çeşitli, çelişkili açıklama geldiyse de hava sahası ihlâli meselesi inkâr edilmedi. Hükümet o zaman da savaş tamtamları çaldı ve NATO’yu da harekete geçirmeye çalıştı ama neyse ki Hilary ne de Barack bile bizim başbakanımız kadar hevesli gözükmediler de iş savaşa dönüşmedi. 

Hükümetimizi eleştiren çevrelere göre silahlı militanların mülteci kamplarını üs olarak kullanarak Suriye içerisinde saldırılar düzenlemelerine göz yumulması savaşı Türkiye’ye zaten getirmiştir. Kuzey Irak’taki Barzani rejiminin ve destekçisi ABD’nin ülkemizde saldırı düzenleyip pusular kuran PKK militanlarına evsahipliği yapmalarına kızarken kendimiz daha iyi davranmıyoruz. Hükümet komşumuzdaki rejim düşmanı militanları eğiten bir özel kurumun (SADAT) kurulmasına izin vermiş, hatta büyük olasılıkla desteklemiştir.

Bilmem bütün bu saldırgan, militarist faaliyetlerin bir sivil hükümetin başının altından çıktığını belirtmeme gerek var mı! Yine sivil bir başbakan olan Turgut Özal da zamanında “bir koyup üç alma” mantalitesiyle Bush’un peşinden Irak’a girme heveslisiydi!  Dönemin genelkurmay başkanı Necip Torumtay "İnandığım prensiplerle ve devlet anlayışımla hizmete devamı mümkün görmediğim için istifa ediyorum." diyerek görevinden ayrılmıştı (3 Aralık 1990). Neyse ki Türkiye iki körfez savaşına da aktif olarak katılmadı. 

Ama şimdi sırada Suriye var ve ülkemizin başında ABD’nin cici çocuğu Tayyip Erdoğan ve kankası Abdullah Gül var, etkin sesler hapiste, silahlı kuvvetlerin kumanda kademesi hüküm giymiş durumda. Bizi ABD’nin hazırladığı savaşa sürüklemelerine bir engel kalmamış görünüyor. Ayın üçünde düşen top mermisi için ayın dördünde meclisten Türk Silahlı Kuvvetleri’ni sınırötesi operasyonlara gönderme yetkisini veren teskereyi çıkarttılar- süre ve yer belirtmeden! Evet, protestolar oldu ama AKP milletimizin gönüllerini ve vicdanlarını- ve hatta cüzdanlarını- rehin tuttukça iyimser olmakta zorlanıyorum.


Taksim'de tezkereyi protesto gösterisi- 4 Ekim 2012
Protesting the parliamentary resolution allowing extraterritorial military operations- Taksim Square, Istanbul, October 4th, 2012


ENGLISH
The footnote links do not work; you will have to scroll down to to the footnotes for expanded information. There are only two footnotes so it shouldn't be too much trouble.

October 3rd 2012; an artillery shell, allegedly fired from Syria, landed in the Turkish border town of Akçakale, killing five civilians- two women and three children.
Turkey did not wait for an explanation, but responded in kind, firing back over the border. The Turkish media reported twenty Syrian soldiers dead. Other sources claim the number of Syrian soldiers killed to be as high as 34.
Prime Minister Erdoğan proudly claims all credit for the swift response.

Syria has stated that it has launched an investigation into the affair. It is by no means certain that the shell was fired by the Syrian army. It is even less certain that the order to fire came from above. However, our prime minister has proudly declared to all and sundry that he himself has masterminded and managed the response that caused the deaths of at least four times as many Syrians. This cavalier attitude towards killing Muslim soldiers sounds odd coming from a leader who has shown so much enthusiasm for an Islamic brotherhood. Strange also is the attitude of the media which fill the papers and TV screens with tearful images of bereaved mothers and fathers when it comes to our own soldiers killed by PKK insurgents, and accept so readily the loss of life caused by our own weapons. 

“Daddy, are you going to kill some other little girls’ father?” 
anonymous illustration from Life magazine, 1898,
The occasion was the Spanish-American War

 In 1992, during a joint naval operation in the Aegean sea within the NATO framework[1], missiles fired from the US aircraft carrier Saratoga hit the bridge of the Turkish destroyer Muavenet, killing five, including the commander of the ship (October 2nd, 1992). The US immediately reported that the event was an “accident”. Following the reasoning that is popular today, the Turkish ships taking part should have immediately reciprocated, taking out at least twenty yankee sailors.Naturally, the assault coming from friend, ally and big brother Uncle Sam, no such measure was even contemplated.[2] Two wrongs most definitely don’t make a right, then as well as now!

Earlier this year a Turkish RF-4E crashed into the Mediterranean, off the Syrian coast. (June 22nd, 2012). Syria claimed to have shot it down over its own territory, the Turkish government did not deny that, but beat its war drums on that occasion too, calling on NATO for unified action. Even Hillary and Barack seemed less gung-ho than our own Tayyip Erdoğan, their protegé . Critics here do not hesitate to point out that our government has effectively imported the war by allowing armed insurgents to operate from refugee camps in our country, just as PKK insurgents have been operating out of northern Iraq, much to our chagrin. We may well be indignant and angry that Barzani in northern Iraq, and his US. protectors, host these armed groups that carry out raids into our country, but we are no better! Our government has even allowed, most probably backed, the creation of a private organization (SADAT) for their supplying and training.

Need I point out once again that it is a civilian government that is acting so hawkish? Back in 1990, when (civilian) prime minister Turgut Özal, with the hope of “betting one and winning three” was pushing for participation in the first Gulf war alongside Bush, Chief of Staff Necip Torumtay opposed and resigned with the words: “Since my principles and my conception of the State no longer allow me to serve, I hereby resign.” (December 3rd, 1990). Happily Turkey did not participate in either of the Gulf wars. However now, with Syria as next in line, good ol’boy Erdoğan as PM and kindred spirit Abdullah Gül as president, with all dissenting influential voices either awaiting trial or already convicted- including the entire command structure of the Armed Forces, the road seems open for active military participation in a war that the US. has engineered. To this end Erdoğan’s AKP has used the Syrian gunshell incident to bring about a parliamentary resolution (October 4th 2012) licensing the Armed Forces to carry out extraterritorial military operations- with no limitations stipulated as to time and place! Demonstrations were held against the resolution but with the AKP’s stranglehold on the nations’ minds and souls- and pocketbooks- there is little room for optimism!




[1] Exercise Display Determination 1992
[2] The US navy meted “non-judicial punishments” to five officers and three enlisted men, which held career consequences only. Turkey received the USS Capodanno as partial compensation. The vessel was renamed Muavenet.