Yıllar yılı adetimizdir, her sene yeni yıla yaklaşırken bir tebrik resmi hazırlar, yakınlara, arkadaşlara göndeririz. Bu senekinin içeriği, eleştirici bir blog olan Tashlık için uygun olduğu için burada da yayınlamaya karar verdim.
Delier Gemisi (Stultifera Navis) ortaçağdan beri Avrupa sanatında sık sık rastlanan bir motif; gittiği istikametin ve içinde yaşadığı tehlikelerin ayırdında olmayan insanlığı eleştiren bir alegori. Konu resimde, edebiyatta, heykelde tekrar tekrar işlenmiş.
Sebastian Brandt'ın 1494'de yayınlanan "Deliler Gemisi"'nden bir ahşap oyma baskı.
Eski tatta yeni yorum: Nürnberg'den bir "deliler gemisi". Eser: Jürgen Weber, 1984-87.
Bu
geleneğe bir katkıda bulunmayı hep istemişimdir; insanoğlunun
davranışları zaten bol bol fırsat veriyor! Ama bu son yıllarda
Türkiye'de yaşayıp olan bitene şahit olmak, insanların tepkilerini, tepkisizliklerini, küçük hesaplarını, boş özentilerini görmek
beni harekete geçirdi. Zaten "ilerliyoruz" derken bir yandan da
Ortaçağ'a dönmüyor muyuz? Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete! Sefalı
seyrüseferler olsun!!!
2013 yeni yıl resmim.
My new years' greeting for 2013.
ENGLISH
It has become something of a tradition with us to make an illustration for the holiday season and to send it out to friends and relatives. The theme I selected for this year fits this blog quite well, so I decided to share it here, to conclude one year of folly and in anticipation of another. The theme of "The Ship of Fools" (Stultifera Navis) has been with us since the middle ages, and is an allegory of the folly of Man, slave to His vanity, greed andpetty ambitions, blithely unaware of the catastrophic direction towards which He is going.This theme has been repeatedly re-interpreted in Western art and literature.
Woodcut from Sebastian Brandt's "Ship of Fools".(Daß Narrenschyff ad Narragoniam).
"The Ship of Fools" as interpreted by Hieronymous Bosch, between 1490-1500.
A more recent interpretation with an old flavor: "The Ship of Fools" in Nürnberg, by Jürgen Weber, from between 1984-87.
I have always wanted to make my own small contribution to the tradition, and there is plenty in the world of today to inspire an artist. In the last few years, my own country has been proving itself more and more deserving of the "Ship of Fools" treatment, reaching particularly prodigious heights in the last year, and with promise of more in the next. So I decided I'd go ahead and do it, this might be my last chance before the whole thing capsizes!
On my version of "The Ship of Fools", almost all examples are universal, though taken from specific Turkish contexts. The Turkish caption Deliye Her Yıl Bayram ("For the fool, every year is a festivity") is a derivation of the common saying Deliye Her Gün Bayram ("For the fool, every day is a festivity"). The name Alamet, roughly "Monstrous Thing", alludes to the popular expression "We've boarded a monstrosity, and are all riding to Doomsday!" (Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!) The dangling lightbulb at the prow alludes to the AKP, the ruling party, which has a lightbulb for an emblem; (If it comes loose from its hook, it will drop into salt water, an excellent conductor of electricity!) A patriotic demonstration is put down by the police, the shady underground rubs shoulders with wealth and power. Accusations, counter-accusations and outright slander are represented by the dirty laundry hanging overhead, football fans for whom nothing else matters chant their usual discordant cheers and slogans, the veiled women shrouded in black and the half-naked bimbos represent the very real extremes in Turkish society today. Little girls with headscarves peering through the crowd display the joys of fundamentalist Islamist education, a nuclear reactor, standing for several to be built and operated for most of their operational lives by the Russians, churns radioactive smoke behind the sail, but no fear- the loudspeaker on the mast is ready to blare the Muezzin's call to prayer, assuring all will be well! Opposing forces vie for control of the rudder, a politician (a prime minister?) shouts nonsense into the microphones, an airheaded bride and groom dance in a wedding that probably cost all their parents' savings- (I'll give them six months), some nitwit with more money than taste watches a regular 4:3 broadcast on a 16:9 widescreen TV (you see that a lot and it's my pet hate). Barely above the waterline are portholes opening to the cells of the crowded prisons- perhaps Silivri? (Check out the next article down!). Just above them, boot on the railing, a militant insurgent brandishes his Kalashnikov. Someone is defecating into the already polluted sea (we live not too far from a creek that until recently was an open sewer and is now only a little less fetid!) while a bit further astern someone else is fishing from the same waters. Between the two, a young derelict sniffs paint thinner from a paper bag. The lifesaver dangling from the back is padlocked, to make sure no one steals it. (I remember having seen lifevests locked in large chests in Istanbul's ferries! I don't see it now, but it is representative of something!)
Enjoy the Holiday Season, you might as well!
And keep hoping for a safe harbor for the "Ship of Fools"!
İstanbul'un dışında, neresinden ölçtüğünüze bağlı olarak
ben diyeyim 50 siz deyin 100 km mesafede Silivri
Ceza İnfaz Kurumu Kampusü namında bir yer var. “Kampus” adlandırması garip
gelebilir ama bazıları orada tutulan akademisyen ve aydınlardan dolayı ismin
bir şekilde yerinde oturduğunu düşünüyor!
"Kampus"'ün kapısında!
(Görüntü kendi objektifimden.)
Adı “Silivri”, ama yerleşim yeri olan
Silivri’den 8 km mesafede, boş arazide, TEM’den ayrılan Tekirdağ yolunun
üzerinde bir yer.
Silivri Ceza İnfaz Kurumu Avrupa’daki en büyük
mahpushanesi. 110 000 mahpus barındırmak üzere yapılmış, 2000 kişilik
personeli ve aileleri için lojmanlar, ilkokul ve ortaokul ve bir de cami
içeriyor. Ergenekon ve Balyoz davalarının geleneksel adresi
haline gelen Silivri duruşma salonu da
“kampusün” içinde. Bu devasa kurumun 774
768 m2 yüzölçümü var. İlginç bir tesadüf, Türkiyenin kilometre kare
olarak yüzölçümüyle (780 576 km2) neredeyse tam bir paralel oluşturuyor;
açık hava hapishanesine dönüştürülen bir ülkenin 1/1 000 000 ölçekli bir modeli
olduğu benzetmesinden kaçınmak zor!
Silivri Ceza İnfaz Kampüsü lojmanlardan böyle gözüküyor.
Görevlilerin çocukları bu manzarayla büyüyor.
(Görüntü kendi objektifimden.)
Ergenekon
meselesi 27 Haziran 2007’de İstanbul Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan el
bombalarıyla başlayıp dallana budaklana devam etti. “Dalgalar” halinde
baskınlar ve tutuklamalar yapılmıştı. Gülen “cemaat”’inin hoparlörü olarak
bilinen Taraf gazetesi karalama
yoluyla hedef tayin etme görevini hevesle yerine getiriyordu. 25 Temmuz 2008’de
86 sanıkla başlayan duruşmalar dört seneden fazla devam etti. Taze suçlamalar,
yeni tutuklamalar, bu arada tahliyeler, ölenler, derken geldik bu günlere:
67’si tutuklu 275 sanık.
Daha devam etmeden şu Ergenekon
meselesinin birkaç ilginçliğine bakalım:
-Böyle bir “terör örgütü”’nün varlığını teyid eden bir
tek sanık yok!
-Hiç bir terör hareketi, hatta hiç bir hareket, böyle bir
teşekkül tarafından üstlenilmedi.
-Bu davanın “terörizm” zanlısı profili genelde laik kesimin saygın
isimleri, bir çoğu orta yaş ya da üstü. AKP’nin karşı devrimi öncesinde
önemli konumda olanlar olduğu gibi, o dönemde de eleştirici olmuş olanlar
birarada, ama “terörist” klişesine uyan birilerini bulmak için zorlanmak
gerekiyor. Araya gerçek suçluları karıştırıp harmanlamak ise sürece
inandırıcılık kazandırmak için yapılan kurnaz ama şeffaf bir detay.
-Yorumları değişik de olsa genelde sıkı Atatürkçüler.
-Bir çoğunun tutuklanmasının bahanesi “gizli tanıklar”’ın
ifadeleriydi. Bu gizli tanıkların zaten tutuklu, bazıları hırsızlık, cinayet
veya tecavüzden hüküm giymiş oldukları söyleniyor (Aydınlık, 13 Aralık 2012); o halde cezalarının
hafifletilmesi ya da başka avantajlar karşılığında böyle ithamlarda bulunmuş
olabileceklerini kabul etmek gerekir.
- Bir sanıkla aynı yerde bulunmuş olmak, telefonlaşmış
olmak, telefon numarası ya da adresine sahip olmak gibi tutuklanma sebepleri
duyduk.
-Adalet mekanizmasında ve poliste “Gülen cemaati”
örgütlenmesi hakkında endişe verici şeyler duyduk ve okuduk. Bu konuda yayınlanan araştırmalardan en tanınmışı Ahmet Şık’ın İmamın Ordusu oldu. Yazar Ergenekon araştırması kapsamında gözaltına alındı (3 Mart 2011). Arkasından yayınevine baskınla kitabın imhasına teşebbüs edildi. (23 Mart 2011’de alınan mahkeme
kararıyla!) AKP hükümetinin yabancı kamuoyuna yönelik üstü kapalı sansür uslubuna
uymayacak kadar “kör kör parmağım gözüne” şeklindeydi. Bilgisayarlardan silinen
metin 31 Mart 2011’de Twitter’da yayınlanmış ve iki saat içinde soruşturma
açılmış. Bundan sonra metin bir yabancı siteye kaydı ve ne AKP, ne “cemaat” ona
ulaşamadı. Kitap 2011’de yine de yayınlandı- ama değişik bir başlıkla: Ooo Kitap- altbaşlık: Dokunan
Yanar. Kitabın 128 yazarı var gözüküyor çünkü 127 kişi adını vererek
sorumluluğu gönüllü olarak paylaşmışlar. Anında yapılan ve ölçüyü kaçıran bu
müdaheleler kitabın içeriğine inandırıcılık veriyor. Eğer kitabın tezi doğruysa, yargı ve poliste devletin şeklini değiştirmeye yönelik büyük bir "cemaat" örgütlenmesi varsa. ne hakimin
yargılamasına, ne de polisin topladığı delillere güvenemeyeceğimiz sonucu
çıkıyor. Ergenekon davasının (Balyoz da öyle) delilleri- Ümraniye’de
bulunan el bombalarına kadar- hepsi şüpheye düşüyor..
-Ergenekon
sanıklarının çoğunun görüşleri az ya da çok sola eğimli. Ergenekon efsanesini özellikle Ülkücü sağ kesim sahiplenirdi, 1980
öncesindeki terör ve anarşi döneminde MHP destekli sağcı militan
“bozkurtlar” bu eski destanımıza gönderme yaparak kendileriyle
özdeşleştirdiler. Söylendiği gibi bir örgütlenme olsa bile, seçilecek en son isim bu
olurdu.
-İlginç bir dip not: “Bozkurt” imajını halâ kullanan
MHP Eregenekon suçlamalarından hiç
etkilenmedi. Gerçi MHP’nin bir milletvekili (Engin Alan) tutuklu, ama o da
tutuklandıktan sonra seçilmişti.
Bütün bu tutarsızlıklar bir yana, bir terör örgütüne Ergenekon adı verme fikrinde bir
Hollywood tadı var. Adeta Türkiye’deki milliyetçi kesimi faşistlikle
özdeşleştirecek şekilde karalayıp devreden çıkartmak için bir proje yapılmış,
bunun için bir Hollywood prodüktörüne danışılmış, o da yamaklarına “araştırın
bakalım çocuklar, var mı Türklerin bir milli destanı filan, hani şu Almanların Nibelungen’leri gibi” demiş, sonra da
yardımcılarından biri “Ergenekon diye
birşey buldum” diye gelmiş..! Hani 1997 yapımı Wag the Dog diye bir film vardı (Türkçe ismi: Başkanın Adamları, yönetmen Barry Levinson, oyuncular: Robert de
Niro, Dustin Hoffman), başkanın seks skandalını unutturmak için tamamen düzmece
bir harp üretiyorlardı, olmayan olayları haberlerde nakledip olmamış bir de
tarih üretiyorlardı. O filmdeki gibi bir prodüktör; ya da avantür filmine
malzeme olsun diye bizim tarihimizin bir parçasını vurdumduymaz bir şekilde tersyüz
eden Steven Spielberg gibi. Meşhur prodüktör/yönetmen, Indiana Jones and the Last Crusade (Türkçesi: Indiana Jones: Son Macera, yıl: 1989 yön. Steven Spielberg,
oyuncular: Harrison Ford, Sean Connery) filmini hazırlarken adeta yamaklarına
“araştırın bakalım çocuklar, var mı 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Ortadoğu’da
küçük, adı duyulmadık bir devlet?” demiş, yardımcılarından biri de 1938’de
Fransızların çekilmesiyle kurulan bizim Hatay Cumhuriyeti’ne rastlamış. Hatay
Cumhuriyeti’nin başında ne filmdeki gibi Osmanlı tarzı bir paşa oldu, ne de oralarda
Nazi askerleri cirit atıyordu. Ergenekon meslesinde benzer bir oturmamışlık, bir yapaylık var ki “tertibin” arkasında ABD’nin olduğuna inanmak zor değil.
(Görüntü kendi objektifimden.)
13 Aralık’ta Ergenekon
duruşmalarının 270’inci celsesi gerçekleşecek, savcı “esas hakkındaki
mütalaasını” sunacak ve dava sonuca doğru gidecekti. Ve ne korkunç sonuç: basına göre savcılık makamı emekli Org. İlker Başbuğ için “”müebbet”, tutuklu milletvekili
Sinan Aygün için “iki defa müebbet ve 80 yıla kadar", tutuklu milletvekili Başkent
Üniversitesi kurucu rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal için “iki defa müebbet ve
22,5 yıla kadar”, emekli Org. Şener Eruygur için “üç kere müebbet ve 256 yıla
kadar ”, Prof. Yalçın Küçük için “iki kere müebbet ve 27 yıla kadar”, gazeteci
Tuncay Özkan için “iki kere müebbet ve 80 yıla kadar”, İşçi Partisi başkanı
Doğu Perinçek için “iki kere müebbet ve 528 yıla kadar”, emekli Org. Hurşit
Tolon için “üç kere müebbet ve 219 yıla kadar” hapis istemektedir (Sözcü, 14
Aralık 2012).
Ulusal Kanal, İşçi Parisi, Atatürkçü Düşünce Derneği
vatandaşları Silivri’de toplanmaya davet ettiler- ve vatandaşlar geldiler. Kış
ayında hafta ortasında o sapa yere onbinlerce insan geldi. TGB’nin cesur
gençleri kalabalıkları yönlendirmekte, morali yüksek tutmakta çok
başarılıydılar. Tabii akmeralara karşı yüzlerini hiç sakınmayaraktan kendilerini her türlü misillemeye de açık bırakıyorlar. İşçi Partisi ve ADD’nin organize ettiği otobüsler ülkenin dört
bir yanından insanları taşıdılar- ama şunu hemen belirteyim- herkes yol
parasını cebinden ödedi. Uzaklardan gelenler bütün gece yolculuk yaptıktansonra bütün gün açık havada ayaktaydı. Hafta içi olmasından dolayı çalışanlar ve öğrencilerin oranı azdı.
Yüreklinin yüreklisi TGB'li gençler yine kendilerini ortaya atıyorlar.
(Görüntü kendi objektifimden.)
Sadece gençler mi?Soldaki teyze 73 yaşında olduğunu söyledi!
(Görüntü kendi objektifimden.)
Silivri Nöbeti'nin konteynerleri ve çadırları: Eylül 2011'den beri gönüllüler orada nöbet tutuyor. 13 Aralık'ta dopdoluydu.
(Görüntü kendi objektifimden.)
Duruşma salonu hemen dolduğu için kalabalığın çoğu günü
açık havada geçirdi. İçerde olup bitenler, halk hareketini organize edenler
tarafından bizlere aktarıldı. Gelen haberler doğrultusunda lehte ya da aleyhte
tezahürat yapıldı, aralar sloganlarla ve marşlarla dolduruldu. Duruşma
salonunda gerginlikler yaşanmış, işler avukatlarla “robocop” ismi yakıştırılan
güvenlik birimlerini yüzyüze getirecek kadar ileri gitmiş. Dışarıdaki 100 000
civarında insanın tuvalet ihtiyacı için tek adres lojmanların camii idi.
Kuyruğun nasıl içiçe kıvrım kıvrım döndüğünü tahmin edersiniz. O kuyrukta
geçirdiğimiz bir saatten fazla süre yüzünden gazlı, tazyikli sulu eğlenceyi
kaçırdık.
Tazyikli sululuk.
(Görüntü medyadan)
Bir de hapishaneyi bir “insan zinciriyle” kuşatmak gibi
aklıevvel bir fikir vardı. Elele tutuşup yürüdük ve lojmanların arkasında hem
çamura saplandık hem de, ilk defa tepeden aşağıya hapishane “kampusüne” bakarak
ne kadar dehşet büyük bir yer olduğunu gördük.
Günün sonunda o meşhur “mütalaa“ okunmamış, hiçbir şey
bir sonuca bağlanmamıştı. Belki de en kötüyü geciktirmeyi başarmıştık! Aradan
beş gün geçti, duruşmalar sürüyor. Bu yılan hikayesi daha süreceğe benzer! Nasıl bitecek, bitince neler olacak, göreceğiz!
Zırhlı arabanın penceresinden verilen selam!
(Görüntü kendi objektifimden.)
Videoclip (Görüntüler kendi objektifimden.)
Videoclip (Images from my own camera.)
ENGLISH The footnote links do not
work; you will have to scroll down to to the footnotes for expanded
information. Opening the blogsite on two seperate windows and keeping
one on the footnotes will make it easier to go back and forth. Sorry for
the inconvenience, I'm no expert!. Other links should work.
More than 50 km outside metropolitan Istanbul- as much as
100 depending on where you measure from - and some distance from any other settlement,
is a penal establishment known as Silivri,
after the Istanbul suburb still 8 km. away from it. The official name includes
the euphimistic appellation “campus”; some wryly comment that the word
is fitting seeing as so many intellectuals and academicians are forced
residents there!
At the gate of the "campus". The courtroom lies beyond it.
(Image from my own camera.)
The Silivri penal “campus” is the largest penal
establishment in Europe (774 768 sq. km.[1]). It can accomodate 110 000
inmates and includes housing for the round 2000 staff members and their
families (incorporating elementary school, high school, and a mosque). It also
has its integrated courtroom where the Ergenekon
trials are routinely held.
The Silivri penal "campus", as seen from the staff lodgings.
Their children grow up watching the inmates.
(Image from my own camera.)
Silivri has
become synonymous with the various “conspiracy” trials that have served to
discredit and confine real, potential, and imagined opponents of the AKP
government, and intimidate the nation. And of all the various “conspiracy”
cases, the Ergenekon and Balyoz cases have been the most
infamous.
After plodding on for more than two years, the Balyoz (“Sledgehammer”) case was finally
concluded on September 21st, 2012 with some 300 convictions to sentences between
6 and 20 years.[2]
The Ergenekon
trials go further back, are more involved, and the allegations less tangible.
The assumption is that there is a “terror oganization” called “Ergenekon“ somewhere
that will stop at nothing to overthrow the legitimate (AKP) government for
its own malicious ends and somehow counts nothing but journalists,
academicians, intellectuals and officers in its ranks- in short, the
secular elite potentially at odds with the fundamentalist AKP!
But first a few words about the word itself:
Ergenekon is
the origin legend of the Turkish race. Existing in fragments, it includes the
grey wolf (bozkurt), protector of the
Turkish race, and an exodus from a secluded valley by the melting of a passageway
through a mountain composed of iron ore.
The Grey Wolf leading the Turks out of Ergenekon.
(Unidentified artist.)
The Ergenekon legend has from time to time been associated with the
Turkish war of independence (1919-1922); a nationalist author of the period[3] later collected his
writings supporting the nationalist cause under the title Ergenekon. Images of the grey wolf were frequently used in the
early years of the Republic. A quaint relic of that sentiment appears on the
logo of a major Turkish petroleum company, then national, today privatized
under foreign ownership.[4]
The new logo of the once national oil company, still retaining the wolf's head.
H. C. Armstrong’s 1932
biography of Kemal Ataturk, hero of the war of independence and founder of the
Republic, bore the title The Grey Wolf.
During the period of anarchy and terror that preceded and
led to the military intervention of 1980[5], the ultra-nationalist
right wing MHP[6],
and the street militants that adhered to it, used Ergenekon imagery. The militants even called themselves “grey
wolves”. They were the arch enemies of
the militants of the various left-wing factions, and the conflict cost a
great number of lives.
The MHP Grey Wolf.
The Ergenekon
conspiracy trials have their origin in a stash of hand grenades allegedly found,
on June 27th, 2007, in a house in a low-income quarter of Istanbul.[7] There was a rash of
roundups and trials started on July 25th 2008, with 86 defendants. Plot
allegations of increasing intricacy followed each other as razzia followed
razzia. The newspaper Taraf, notorious
mouthpiece and smear sheet of the Gülen” community”[8] made steady contributions
to the myth, often setting up targets for the next roundup. Officers, journalists, academicians, intellectuals were hauled in
for questioning, then locked away for years as the trials went interminably on.
New cases were amalgamated into the original, so that the total number of defendants
in the Ergenekon case number 275 today,
of whicn 67 are in custody.[9]
Now a few peculiar aspects of the Ergenekon case;
-Not a single defendant has acknowledged the existence of
such an organisation.
-No terrorist act was ever claimed by such an
organization.
-The suspects are generally members of the secular elite
of the pre-AKP times, what you would call respectable people, a great many
in mature years, not at all fitting your stereotype of a “terrorist”.
-They are mostly dedicated Kemalists, albeit with varying interpretations of the ideology.
-Many were denounced by “secret witnesses”, who were
eventually revealed to be convicts who may
well have made their accusations in return for reduced sentences or other
favourable treatment.[10]
-Some have been rounded up with evidence as flimsy as
having received telephone calls from a suspect, or even possessing the phone number or address of a suspect.
-The way to the AKP’s march to power was paved by
Islamist guru Fethullah Gülen’s long and patient buildup of a power base in
Turkey, using faith as a way into people’s hearts and minds. The Gülen sect has
reportedly infiltrated the police and judiciary, thereby acquiring the power to
fabricate evidence, and to pass judgement on the strength of that very same
evidence.[11]
-Since many defendants lean to the left in their sympathies, it is
highly unlikely that they would have accepted membership in an organization called Ergenekon, which to them would
immediately conjure images of the hated right wing “grey wolf” militants of the
70’s.
-A curious footnote is that the National Movement Party
(MHP), which has long nurtured associations with the Ergenekon legend, was in no way touched by the Ergenekon “conspiracy” allegations.[12]
All other inconsistencies aside, there is something very
unauthentic, very “Hollywood” about naming a terrorist organization Ergenekon. It’s as if the whole concept
was conjured by a Hollywood producer commissioned for the purpose à la Wag the Dog[13].
It is almost as if, given the assignment to undermine Turkish nationalists, he
has had his assistants look up if the Turks had a national legend or something,
in the manner of the German Nibelungen,
that could be used for the purpose. The whole thing rings as untrue and
unauthentic as the nonsensical interpretation of the Republic of Hatay in Indiana Jones and the Last Crusade.[14] All of this lends
credence to the conviction here that the Ergenekon
conspiracy is a scam conjured by the United States to create a “moderate Islam”
puppet state and suitable role model to shepherd the Islamic world into
obedience. The fact that Fethullah Gülen lives in and operates from a
Pennsylvania ranch, commanding tremendous financial resources, makes U.S.
collusion even more believable.
"The Ergenekon Lie is an American Plan" signed: the Labor Party.
(Image from my own camera.)
On December 13th, the Ergenekon
trials were to hold their 270th session; the documents pertaining to the cases
had reached 120 000 000 pages- it is estimated it would take 456 years to read
it all. Still, a conclusion was expected; this was to be a day of verdicts. Of
terrible verdicts- the prosecution was
reportedly asking for: life for retired general İlker Başbuğ, ex-Chief of
Staff, twice life plus up to 80 years for Sinan Aygün (elected opposition MP
after arrest), twice life plus up to 22,5 years for Prof. Dr. Mehmet Haberal,
founder and rector of Başkent University (elected opposition MP after arrest),
thrice life plus 256 years for retired General Şener Eruygur, twice life plus
27 years for Prof. (also author) Yalçın Küçük, twice life plus eighty years for
journalist Tuncay Özkan, twice life plus 528 years for Labor Party leader Doğu
Perinçek, thrice life plus 219 years for retired Gen. Hurşit Tolon.[15]
The opposition media, notably the Aydınlık and Sözcü
newspapers and the sattelite channel Ulusal
called on the nation to be at hand. And despite the remote locale, the less
than perfect weather and the unsuitable time of the week, tens of thousands
turned up at the gates of the Silivri “campus”[16]. People were bussed in
from all over the country. The busses were arranged by the Labor Party
and the ADD (The Society for Kemalist Thought)[17] but everybody paid their own
way, many traveling overnight only to stand outdoors all day. Because it was a weekday, the proportion of students and working people was lower than it might have been. The brave young
lads and girls of the “Union of Turkish Youth”- the TGB[18]ably guided the crowds and kept spirits high, exposing their
identities to all hostile powers.
The TGB youth: bravest of the brave, giving their all.
(Image from my own camera.)
But not only the young- these ladies were there all day. She on the left told us she was 73.
(Image from my own camera.)
These tents and containers are home to the Silivri Watch, volunteers who have been staying there in all seasons since September 2011, in protest of the Ergenekon and Sledgehammer trials. On December 13th, 2012, it was crowded.
(Image from my own camera.)
The courtroom was filled up early, so a great majority
had to spend the day waiting outdoors. Details of the proceedings were passed
on to us through loudspeaker by the organizers of the acivity. The crowd
cheered or hooted depending on the news, and chanted slogans or sang patriotic
songs in between. Indoors, the courtroom was reportedly very active and tense,
even coming to stand-offs between the lawyers and the security personnel.
Outside, the only toilet facilities available to the crowd of nearly 100 000 were
at the mosque near the entrance of the staff lodgings, and the queues were as
long as you would expect them to be. During the hour or more that we spent at
the queue, tensions before the courtroom escalated and ended up with the usual
scuffle with gas and pressurized water. This time, we missed that highlight.
Pressurized water. We missed the fun because we were queuing up for the loo!
(Image from the media.)
There was a foolish attempt to encircle the compound with
a human chain, which came to a stop when we got stuck in the mud behind the
staff lodgings, had our first look on the penal “campus” downhill, and realized
how enormous it is.
By the end of the day, no verdict was passed, the trial
remained unconcluded.
Their trials aren't over yet!
Waving hand of a defendant on his way to the courtroom.
(Image from my own camera.)
[1]
Coincidentally, almost exactly as large in square meters as Turkey is in square
kilometers: 780 576. An unconscious yet fitting allegory for a nation
transformed into an open-air prison.
[2] Due to
the complicated outcome, it is hard to come by exact numbers.
[6]Milliyetçi Hareket Partisi,
literally the “Nationalist Movement Party”. It still exists today and is the
third party in parliament. It’s nationalism is no longer militant, and harks
back more to Ottoman than to central Asian times.
[7]
Ümraniye. Even the authenticity of that “find” is in question.
[8] The
“community” (cemaat) of Fethullah
Gülen’s cult. Gülen is an Islamist cult-leader resident in Pennsylvania, with
access to apparently inexhaustible funds.
[9] Not the
full number involved in the case; there have been acquittals, deaths, and some evasions over
the years. For previous entries on the Ergenekon
witch-hunt see “The Flag and the Ribbon”, 30 May- Mayıs 2012, also “Cem Ryan to Obama”, 16 July- Temmuz 2012.
[10]
According to Aydınlık of Decemer
13th, 2012, these “witnesses” include thieves, murderers and rapists.
[11] This
strong claim has been reiterated over and over in several books, most famously
in “The Imam’s Army” (İmamın Ordusu) by
Ahmet Şık. Şık was taken into custody on March 3rd 2011 for alleged membership
in the Ergenekon terror organization.
By a court order of23rd March his
unpublished book was impounded- the publisher was raided and the original draft
was erased from the computers. It reappeared on Twitter on March 31st,
prompting an immediate investigation. After that, the manuscript migrated to a
foreign website, out of Turkish jurisdiction. Şık was released- but not acquitted (must still stand trial)- on March 12th
1912. As for the book, it was publishedin 2011 with the provokative title “Thaaat Book” (Ooo Kitap), subtitled“IfYou Touch, You Burn” (Dokunan Yanar), the subtitle of the
original manuscript. 127 people have shared authorship credit in a show of
solidarity and to share the risk.
[12] The
single MHP deputy suspect in the Ergenekon
case, Engin Alan, was elected while already in custody.
[13] 1997
film starring Robert De Niro and Dustin Hoffman, directed by Barry Levinson,
wherein a Hollywood producer is engaged to fabricate a non-existent war to
direct public attention away from a presidential sex- scandal.
[14] 1989
film starring Harrison Ford and Sean Connery, directed by Steven Spielberg. The French-occupied Ottoman
province of Iskenderun obtained its independence and became the Republic of
Hatay on September 7th1938, and was reunited with Turkey on June 29th 1939. Discovering
an actual small state in the Middle East just before the war, the period of the
movie and around the chosen location, the American filmmakers made free use of
it. The short-lived Republic of Hatay was never
ruled by a Pasha in Ottoman garb, nor did it have Nazis running rampant all
over it.
[15] All
according to Sözcü of Dec.14th, 2012.
[16] Thankfully,
it was not rainy or very cold, but overcast for half the day and cool enough to
make it hard after the first few hours. Being a weekday, working people and
students were hinered from attending.