Sen bizi bırakıp gideli iki seneyi geçti ama ben halâ alışamadım. Gerçi uzun bir ömür yaşadın; aramızdan ayrıldığında 94 yaşındaydın- daha fazlasını ne yüzle isteyebilirdik? Ama bir oğul, babasını özler, hele ki o baba senin kadar asil ruhlu ve iyi kâlpli olursa. Hayatının son yıllarında yaşadığın hayâl kırıklıklarını, sevdiklerinin ve inandıklarının gözünün önünde kayboluşunu ya da yıkılmasını, çökmesini düşünmek bana çok ağır geliyor. Ben de yeterince teselli veremedim.
Ülkene, Cumhuriyet'e ve kurucusu Atatürk'e inandın. Subay olarak onları savunmak için eğitilmiştin ve görevlerini canıgönülden yaptın. Milletinin aynı ruh ve inançta birleştiğine inandın- vatanperver ve ilerici. NATO ittifakına inandın, Amerika'nın iyi, güvenilir bir müttefik olduğuna, Amerikalıların bizi kendilerine eşit gören arkadaşlarımız olduğuna inandın. Hakça davrandıklarına inandın.
20 Nisan 1961'de diğer NATO subaylarıyla ABD Kara Kuvvetleri Brooklyn merkezinde. İşte oradasın, güneş gözlüklerinle. Dostlukları sahte miydi?
Kızın da bir Amerikalıyla evlenip ABD'ye yerleşti. Bu evliliği baştan tereddütle karşıladın ama sonra damadına karşı kibar ve misafirperver davrandın- herkese karşı olduğun gibi. Ve birdenbire ziyaretleri kesildi. Senelerce kızını tekrar görebilmeyi ümit ettin. Her mektup yazdığında, her telefon görüşmenizde ne zaman geleceklerini sordun, sadece kaçamak cevaplar aldın. Senelerce bu böyle devam etti. Kızını bir daha asla göremeyeceğini idrak etmek sana çok zor gelmiştir.
Soğuk savaş yıllarından müttefikimiz ABD herhâlde bizi hiç bir zaman kendine eşit görmedi; anlaşılıyor ki Sovyetler Birliği'ne güneybatısından cephe kurma, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz'e erişimini önlemek gereğinden doğan Türkiye'yle ittifak gerçek bir dostluğa dönüşmemiş. Soğuk savaşın bitmesiyle Amerikalı dostlarımızın gündemi değişiverdi: artık tek süpergüç olduklarından bundan böyle karşı konmaz, meydan okunamaz kudretlerine dayanarak dünyayı kendi vizyonlarına göre şekillendirecek, hudutları, bizimkiler dahil, uygun gördükleri şekilde değiştireceklerdi.
Lâik Türkiye Cumhuriyeti'ni Osmanlı tarzı bir din devletine dönüştürmeyi hedef edinmiş kaçkın imam Fethullah Gülen'e ev sahipliği yapmalarının nedeni de budur. Bir de "ılımlı islam" diye bir kılıf dikerek sevimli kılmaya çalıştılar bu projelerini.
Erdoğan'ın ve AKP'nin başdöndürücü yükselişlerinin nedeni de budur. AKP 2002'de tek başına iktidara geldiğinde kuruluşunun üzerinden bir yıl bile geçmemişti- koalisyonlarla
dolu Türk siyasi tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir tırmanış!
Erdoğan ve George Bush 2002'de: Beyaz Saray'da bu fotoğraf çekildiğinde
Erdoğan henüz Başbakan değildi.
(Görüntü medyadan.)
Türkiye'nin dönüşümü için kamuoyunu hazırlamak amacıyla tabur tabur gazeteci satın alındı. Yine de direniş vardı. "Ilımlı İslam"'ın ılımsız yumruğu bu direnişin üzerine inerken Batı dünyası Erdoğan'ı "antidemokratik" Kemalist devletimize demokrasi getiren reformist lider diye alkış tuttu.
Gülen "Cemaat"'inin polise, yargıya, basına, hatta silahlı kuvvetlere sızarak yayılması uzun nefesli, sabırlı bir operasyondu. Din ve şantajı ustalıkla harmanlayarak devletin kilit noktalarına yayıldı. Gülen'in ev sahipleri bundan habersiz olamazdı. Gülen'in ABD'de oturma izni almasına yardımcı olan, hatta söylenenlere bakılırsa yeşil kart müracaatını dolduran CIA görevlisi Graham Fuller bunu herhalde arkadaşlığından yapmadı. ("Ilımlı İslam" kavramı Fuller'ın yakın ilintili olduğu bir RAND Corporation raporundan
çıkmadır.) İktidarının ilk 11 yılı boyunca AKP, Gülen "Cemaat"inin yolunu açarak, ayıklanmalarına engel olarak katkıda bulundu.
Görevleri ya da konumları nedeniyle durumun farkına varanlar meselenin üstüne gitmeye, "Cemaat" yapılanmasını açığa çıkarmaya teşebbüs ettilerse de kendilerini Ergenekon öcüsüyle ilişkilendirilmiş olarak nezarette, ardından da hapiste buldular. Çok şeyler gördük, çok şeyler yaşadık ama herhâlde en "kör kör parmağım gözüne" olan örnek Ahmet Şık'ın yayınlanmadan sansür edilen, yok edilmeye çalışılan İmamın Ordusu kitabıdır. O günlerin zehir zemberek Cumhuriyet savcısı Zekeriya Öz böyle bir kitabın yazılmakta olduğunun kokusunu alınca yayınevine (İthaki) baskın düzenleyerek bütün kopyalarına el koyduruş ve sabit disklerden sildirmiş (23 Mart 2011), yazarı Ahmet Şık'ı "Ergenekon Terör Örgütü" ile ilintilendirerek tutuklatmış ve hapsettirmişti (6 Mart 2011). Kısa bir süre sonra bitmemiş kitabın metni yabancı bir internet sitesinde belirdi. Kitabı bu şekilde alelacele yoketme teşebbüsü, içeriğinde en azından doğruluğuk payı olduğuna işaret eder.
Kitap bir süre sonra Ooo Kitap olarak yayınlandı. Alt başlık: Dokunan Yanar.
Ooo Kitap
alt başlık: Dokunan Yanar
Yazan: Ahmet Şık
ISBN: 978-605-87377-0-9.
Bu sefer sıra Türkiye'ye gelmişti, senin Türkiye'n babacığım, ABD'nin NATO müttefiki, dönüştürülecek ve hudutları değiştirilecek. Büyük Ortadoğu Projesi'ne uygun olarak İran, Irak, Suriye ve Türkiye'den büyük toprak parçaları koparılarak Kürdistan adıyla yeni bir siyasi oluşum yaratılacak. İran, Irak ve Suriye bir şekilde askeri güçle dize getirilebilirdi. Bu Irak'ta olduğu gibi bir "diktatörü devirmek" bahanesiyle kurulan bir "uluslararası koalisyon"'un silahlı gücüyle, ya da Suriye'de olduğu gibi İŞİD (orijinal adıyla DAEŞ) gibi hayâlleri zorlayacak kadar vahşi bir terörist güruhunun oluşmasına izin vererek- hatta oluşturarak- dünyayı bu ülkeye müdaheleye mecbur bırakarak gerçekleştilebilirdi. (Burada tabii o ülkenin meşru hükümetinin sorunlarını kendisinin çözmesine engel olmak şarttır).
Süpergücün Ortadoğu çözümü: Büyük Ortadoğu Projesi.
Bu yöntemler NATO müttefiki Türkiye'ye uygulanamazdı. Değişim ve dönüştürme huzurlu, demokratik görünüşlü bir süreçle gerçekleştirilmeliydi. Milli menfaatlerin koruyucusu olan kişi ve kurumlar karalama, şantaj ve tutuklama yoluyla etkisizleştirilmeliydi- şüpheli ölümlerin sayısına bakarak buna cinayeti eklemek de mümkün. Atatürk'ün lâik Cumhuriyet'i aşağılanmalı ve dönüştürülmeliydi. Milli kimlik yok edilip yerini ümmet ruhuna bırakmalıydı. İşte o zaman bir tek dini lider, sözü hikmet sayılan bir tek "kutsal kişi" kitleleri güdebilir; kendisi ABD ve küresel menfaatler yönünde güdüldükçe onun sözünden çıkmayan kitleleri de istenilen yöne sürükler. Bu ruhani çobanın gücü yeni "Ilımlı İslâm" Türkiye'sinin sınırların ötesine yayılıp Ortadoğu'yu da içine alırsa daha da iyi olur; Atatürk'ün kaldırdığı Osmanlı hilâfeti yerine yenisini tesis etmek, Papa'nın Müslüman versyonu, bir Amerikan ayetullahı peydahlamak! ABD'nin tercihinin Fethullah Gülen olacağından pek şüphe edemeyiz, ama Erdoğan kendini daha uygun bir aday sayıyor olmalı! Nihayet her ikisine de peygamberlik, hatta tanrılık atfeden çevreler mevcut!
Amerikalılar dürüst olmayan, entrikalı işleri "gayrı-Amerikan" (un-American") diye aşağılarlardı. Nereden nereye!
Erdoğan ve AKP "barış süreci", "çözüm süreci" ya da "Açılım" diye başlattıkları süreçte devlet tutsak PKK lideri Öcalan ve sahadaki silahlı militanlarla görüşmeler yürütürken seçmenlerine olguyu bir toprak kaybı değil, aksine eski Osmanlı topraklarını da içine alacak bir genişleme olarak sunuyorlardı. Bu görüşe göre değişik ülkelerden kopartılarak kurulacak Kürdistan bir çeşit federal düzenlemeyle Türkiye'ye bağlanacaktı. Sürecin pürüzsüz ilerlemesi için TSK daha sıkı bir kontrol alındı; bölgede yapılacak askeri operasyonlar AKP'li valilerin onayına bağlı hâle getirildi. PKK, yerel garnizona operasyon izni verilmeyeceği bilinciyle eylemlerini daha serbestçe gerçekleştirebiliyordu. Bu "barış"/"çözüm"/"açılım" süreci boyunca PKK silahlandı, kendini tahkim etti, ve intikam cinayetleri işledi.
(Görüntüler medyadan.) |
Ve, babacığım, süreç çöktükten sonra bile senin CHP ona tutunmaya çalıştı.
Kabusumuzun gerçek anlamda başlaması Ergenekon ismiyle ilişkilendirilen bir darbe/ terör hipotezinin ortaya atılması ve o bağlamda arama ve tutuklama haberlerinin yayılmasıyla oldu. "Ilımlı" da olsa bir siyasal İslamcı rejim milli devlete ve geleneklerine karşı bir operasyon başlatacaksa, yarattığı öcüye de milletin doğuş destanının adını seçer! Arkasından mantar gibi bir sürü bağlantılı yeni komplo davaları üredi ki bunların en bilindiği, en çok yankı yapanı Balyoz oldu. (Bkz. "Balyoz", 6 Eylül 2012, "Balyoz Hükümleri", 22 Eylül 2012.)
Dalga dalga baskınlar ve tutuklamalar oldu. "Cemaatçı" polisler aramalarda krokiler buldular ve o krokilerin gösterdiği yerlerden kendi gömdükleri silahları çıkartıp teşhir ettiler. "Cemaatçı" savcılar tutukladılar, hapsettiler ve yargıya sevkettiler. "Cemaatçı" hakimler yargıladılar. O zamanlar birbirlerinden ayırdedilemeyen hükümet yandaşı basınla "cemaatçı" basın kamuoyunu tertibe inandırdı.
Aydınlar, akademisyenler, muhalif gazeteciler hedeflendi, ama en büyük hedef Türk Silahlı Kuvvetleri'ydi. Senin silahlı kuvvetlerin babacığım. Gerçi çoktan emekli olmuştun, ama bir çoğunu şahsen tanıdığın meslektaşlarının hapise götürüldüğünü, basının ürkütecek kadar büyük bir kısmının yapılanları alkışladığını görmek senin için büyük bir ızdıraptı.
Ve Batı, "askerlere dizgin vurduğu" için Erdoğan'ı yüceltmeye devam etti.
Acı çektin babacığım; Erdoğan ve kafadarlarının Cumhuriyet'i ve kurucularını aşağılamalarını duydukça, kazanımlarını küçümsedikçe, sözümona çok şanlı olan ama "Avrupa'nın Hasta Adamı" olarak sönüp giden Osmanlı'ya hasretlerini dillendirmelerini işittikçe sen acı çektin.
Bir keresinde silah arkadaşlarınla birlikte tutuklanmamış olmaktan utandığını ifade etmiştin. Eğer elleri sana kadar uzanmadıysa, o yaşında hapishane koşullarında dayanamayacağını bildikleri içindir, nitekim dayanamayanlar oldu. Hapishanede fenalaşan bir silah arkadaşın bir hafta kadar hayata tutunduktan sonra seninle aynı gün yaşayanların dünyasından ayrıldı. (Emekli Deniz Albay Murat Özenalp. Bkz: "Eski Askerler", 13 Mayıs 2014.) Ama telefonunu dinlemeyi ihmal etmediler, bu yönde Cumhuriyet Savcılığı'ndan yazı gelmişti. Yani içerlemene gerek yok, gözleri üzerindeymiş! (Yazıda imzası olan savcı Bülent Aktaş sonra kendisi FETÖ soruşturmalarında takibata uğrayınca kaçmış!)
CHP'ye her zaman güvendin, "Atatürk'ün kurduğu parti" olduğu için. Bir de okuduğun gazeteler seni öyle yönlendirdiği için.
Acı gerçek şu ki CHP ve ikinci muhalefet partisi MHP çoktan dönüştürülmüş, AKP'nin kabul edilebilir alternatifleri olarak haline getirilmiş, onun için yönetim kadroları ABD emellerine aykırı bir harekette bulunmayacaklardır. Görevleri muhalif oyları toplayarak etkisizleştirmek, mevcut politikalara ciddi şekilde karşı çıkacak partilere kaymalarını önlemektir. Zaten birçok seçmen %10 barajı yüzünden "oyum ziyan olur" korkusuyla diğer partilere oy vermeye çekiniyor, kalanı da seçim hileleri hallediyor. (Bunlar gözönünde bulundurulduğunda AKP'nin 2002'deki seçim zaferi daha da inanılmaz geliyor.) Ne sen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'na inanmaktan vazgeçtin, ne de ben onun gerçek yüzünü göstermeye çalışmaktan vazgeçtim- bu yüzden bir sürü tatsız siyaset tartışmalarına takılıp kaldık; şimdi hepsinden pişmanlık duyuyorum! Birlikte son yıllarımız kasvetli bir atmosfer içinde geçti; keşke becerip bu berbat konulardan uzak durabilseydik, daha güzel sohbetlerle daha iyi geçinebilseydik. Ama memleketinin durumu her zaman aklındaydı ve o konuda konuşmaktan kendini alamıyordun.
Hangisi seni daha çok üzdü babacığım? Bİr zamanki müttefiklerimizin bizi sırtımızdan bıçaklaması mı, yoksa kendi vatandaşlarımızın ihaneti mi?
Dalga dalga baskınlar ve tutuklamalar oldu. "Cemaatçı" polisler aramalarda krokiler buldular ve o krokilerin gösterdiği yerlerden kendi gömdükleri silahları çıkartıp teşhir ettiler. "Cemaatçı" savcılar tutukladılar, hapsettiler ve yargıya sevkettiler. "Cemaatçı" hakimler yargıladılar. O zamanlar birbirlerinden ayırdedilemeyen hükümet yandaşı basınla "cemaatçı" basın kamuoyunu tertibe inandırdı.
Aydınlar, akademisyenler, muhalif gazeteciler hedeflendi, ama en büyük hedef Türk Silahlı Kuvvetleri'ydi. Senin silahlı kuvvetlerin babacığım. Gerçi çoktan emekli olmuştun, ama bir çoğunu şahsen tanıdığın meslektaşlarının hapise götürüldüğünü, basının ürkütecek kadar büyük bir kısmının yapılanları alkışladığını görmek senin için büyük bir ızdıraptı.
Ve Batı, "askerlere dizgin vurduğu" için Erdoğan'ı yüceltmeye devam etti.
Acı çektin babacığım; Erdoğan ve kafadarlarının Cumhuriyet'i ve kurucularını aşağılamalarını duydukça, kazanımlarını küçümsedikçe, sözümona çok şanlı olan ama "Avrupa'nın Hasta Adamı" olarak sönüp giden Osmanlı'ya hasretlerini dillendirmelerini işittikçe sen acı çektin.
Bir keresinde silah arkadaşlarınla birlikte tutuklanmamış olmaktan utandığını ifade etmiştin. Eğer elleri sana kadar uzanmadıysa, o yaşında hapishane koşullarında dayanamayacağını bildikleri içindir, nitekim dayanamayanlar oldu. Hapishanede fenalaşan bir silah arkadaşın bir hafta kadar hayata tutunduktan sonra seninle aynı gün yaşayanların dünyasından ayrıldı. (Emekli Deniz Albay Murat Özenalp. Bkz: "Eski Askerler", 13 Mayıs 2014.) Ama telefonunu dinlemeyi ihmal etmediler, bu yönde Cumhuriyet Savcılığı'ndan yazı gelmişti. Yani içerlemene gerek yok, gözleri üzerindeymiş! (Yazıda imzası olan savcı Bülent Aktaş sonra kendisi FETÖ soruşturmalarında takibata uğrayınca kaçmış!)
CHP'ye her zaman güvendin, "Atatürk'ün kurduğu parti" olduğu için. Bir de okuduğun gazeteler seni öyle yönlendirdiği için.
Acı gerçek şu ki CHP ve ikinci muhalefet partisi MHP çoktan dönüştürülmüş, AKP'nin kabul edilebilir alternatifleri olarak haline getirilmiş, onun için yönetim kadroları ABD emellerine aykırı bir harekette bulunmayacaklardır. Görevleri muhalif oyları toplayarak etkisizleştirmek, mevcut politikalara ciddi şekilde karşı çıkacak partilere kaymalarını önlemektir. Zaten birçok seçmen %10 barajı yüzünden "oyum ziyan olur" korkusuyla diğer partilere oy vermeye çekiniyor, kalanı da seçim hileleri hallediyor. (Bunlar gözönünde bulundurulduğunda AKP'nin 2002'deki seçim zaferi daha da inanılmaz geliyor.) Ne sen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'na inanmaktan vazgeçtin, ne de ben onun gerçek yüzünü göstermeye çalışmaktan vazgeçtim- bu yüzden bir sürü tatsız siyaset tartışmalarına takılıp kaldık; şimdi hepsinden pişmanlık duyuyorum! Birlikte son yıllarımız kasvetli bir atmosfer içinde geçti; keşke becerip bu berbat konulardan uzak durabilseydik, daha güzel sohbetlerle daha iyi geçinebilseydik. Ama memleketinin durumu her zaman aklındaydı ve o konuda konuşmaktan kendini alamıyordun.
Hangisi seni daha çok üzdü babacığım? Bİr zamanki müttefiklerimizin bizi sırtımızdan bıçaklaması mı, yoksa kendi vatandaşlarımızın ihaneti mi?
1997'de artık ABD politikası ve bakış açısına güvenin kalmamıştı.
Videoklip
Eşim ve ben Cumhuriyet ve Silahlı Kuvvetler için sokaklara çıktığımızda örnek aldığım kahraman sendin, layik olmaya çalıştığım ad senin adındı. Yandaş basın onlara çamur atarken kumpas maduru subayların haklarını savunmak için neredeyse her hafta Sessiz Çığlık eylemlerine katıldık. (Bkz. "Vardiya Bizde", 6 Kasım 2012, "Balyoza Balyoz", 2 Şubat 2012, "Çığlık Atılası", 12 Şubat 2013, "Çocuklarını Yiyen", 19 Şubat 2013, "Artık Sessiz Olamayan Çığlık", 3 Ocak 2014). Kumpas kurbanlarına destek için o berbat Silivri hapishanesine gittik (Bkz. "Silivri,18-02-2013", 25 Şubat 2013, "Yine Silivri'ye", 29 Mart 2013, "Provokasyon: Silivri, 8 Nisan", 13 Nisan 2013). Orada "Silivri Nöbet Çadırı"'na girip çıktık. Silivri Ceza İnfaz Kurumu'nun önündeki çadır nöbetini 9 Eylül 2011'de Hıdır Hokka isimli bir kahraman başlatmıştı. 2014 yılının Haziran ayının sonunda nöbeti bitirdiğinde kumpas kurbanlarının hemen hepsi serbest bırakılmıştı. İddiaların asılsızlığı, polis ve yargı içindeki kumpasçıların eylemleri artık yargı tarafından da onaylandı. Batı basını Silivri cezaevi önündeki direnişlerden pek bahsetmedi (bazılarını bu blog'dan okuyabilirsiniz- İngilizce olarak da), "Silivri Çadırı" gibi büyük bir eylemi de görmezden geldi- ilginç bir haber olarak bile nakletmediler. Oysa Hıdır Hokka ve gönüllüler şehir dışında açık arazideki çadırda yazın kızgın sıcaklarında, kışın ayazlı gecelerinde 1130 gün nöbetlerini devam ettirdiler! Hadi yabancı basın, adı üstünde, yabancı, ya bizimkiler? Menfaat kaygısıyla birçok medya organımız bu kahramanca ve özverili eylemi yok saydılar.
AKP hükümeti milli bayramları yasaklamaya kalkınca biz de direnen kalabalıklara katıldık, Ankara'ya, Taksim'e, Anıt Kabir'e gittik- halâ Cumhuriyet'imize inandığımızı göstermek, kurucusuna saygımızı sunmak için. 2012'nin Cumhuriyet Bayramı'nda Çevik Kuvvet polisi kılığına girmiş Azrail'le burun buruna geldik, kadın, erkek, çoluk çocuk kalabalığın üzerine biber gazı boşaltıyordu ve izdihamdan kaçacak yer yoktu. (Bkz. "Cumhuriyet Bayramında Ne Gördüm", 1 Kasım 2012.) 29 Ekim 2012 mezartaşlarımıza kazılan tarih olabilirdi.
Nefes alamamak çok korkunç bir şey.
AKP hükümeti milli bayramları yasaklamaya kalkınca biz de direnen kalabalıklara katıldık, Ankara'ya, Taksim'e, Anıt Kabir'e gittik- halâ Cumhuriyet'imize inandığımızı göstermek, kurucusuna saygımızı sunmak için. 2012'nin Cumhuriyet Bayramı'nda Çevik Kuvvet polisi kılığına girmiş Azrail'le burun buruna geldik, kadın, erkek, çoluk çocuk kalabalığın üzerine biber gazı boşaltıyordu ve izdihamdan kaçacak yer yoktu. (Bkz. "Cumhuriyet Bayramında Ne Gördüm", 1 Kasım 2012.) 29 Ekim 2012 mezartaşlarımıza kazılan tarih olabilirdi.
Nefes alamamak çok korkunç bir şey.
Biber gazı ve basınçlı suya rağmen kutlanan Cumhuriyet Bayramı:
Ulus Meydanı, Ankara, 29 Ekim 2012.
(Görüntü medyadan.)
Mücadelelerimizle gurur duydun mu? Umarım duymuşundur baba.
Derken 17 Aralık 2013'de birşey oldu. Adliye ve polisteki "cemaatçiler" AKP ileri gelenlerinin yakınlarına karşı bir "yolsuzluk operasyonu" başlatarak evlerde tomarla kayıt dışı döviz buldular- Erdoğan'ın ailesi de nasibini aldı. Gülen-AKP ortaklığındaki ahenk nasıl bu derece bozulmuştu?
Haziran'da alevlenen Gezi ayaklanmasından sonra Erdoğan makamına tutunmayı başarmıştı ama sert ve hırçın tavrının olayları alevlendirdiği de aşikârdı. (Bkz. "Taksim Gezi Parkı", 31 Mart 2013.) Artık ABD Erdoğan'ı yıllardır yatırım yaptığı projesi için tehlike olarak görmeye başladı. Oysa Beyaz Saray'da onur konuğu olduğu günlerden beri çok olmamıştı. (Mayıs 2013, 19 Mayıs bayramını yurtdışında geçirebilecek şekilde, Bkz. "Samsun'a Gidiş", 4 Ağustos 2013.) Erdoğan Obama'nın tercih edilen partneri rolünü kaybedince o role talipler eksik olmayacaktı tabii. CHP lideri Kılıçdaroğlu'nun ABD seyahatini ve ABD büyükelçisi Ricciardone'yle başbaşa görüşmelerini bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
AKP çevresinde dönen şaibeli faaliyetlerden "Cemaat" doğal olarak daima haberdardı; gereğinde kullanmak için kanıtları sabırla biriktirmiş, Erdoğan'la soğukluk başlayınca da iş namluya sürülen mermiyi ateşlemeye kalmıştı. AKP ağır toplarının ailelerinin evlerine "cccemaatçı" savcıların talimatiyle yapılan baskınlarda bazısı o meşhur "ayakkabı kutularında" olmak üzere deste deste dolarlar bulunmuştu.
AKP çevresinde dönen şaibeli faaliyetlerden "Cemaat" doğal olarak daima haberdardı; gereğinde kullanmak için kanıtları sabırla biriktirmiş, Erdoğan'la soğukluk başlayınca da iş namluya sürülen mermiyi ateşlemeye kalmıştı. AKP ağır toplarının ailelerinin evlerine "cccemaatçı" savcıların talimatiyle yapılan baskınlarda bazısı o meşhur "ayakkabı kutularında" olmak üzere deste deste dolarlar bulunmuştu.
Sağda: "Cemaatçı" baskınlar sonucunda adları kara para skandalına karışan AKP'li bakanların yargılanmasını talep eden afiş.
(Görüntü kendi objektifimden.)
Sen ise bütün bu ayak oyunlarını takip edemeyecek kadar yorgundun, ya da artık kafanı yormak istemiyordun. CHP'nin bakış açısını kabullenerek bütün olumsuzlukları Erdoğan'ın şahsında gördün.
Ben ve eşim Vatan Partisi'nin bakış açısını kendimize yakın bulduk: hem Gülen, hem Erdoğan tehditti, beraber
çalışırlarken de böyleydi, birbirlerine düştüklerinde yine böyleler. Bu siyah-beyaz bir bakış açısı değildi ve herşeyi basit alternatiflere indirgemeyi seven halkın benimsemesi zordu.
AKP-Cemaat ortaklığı sona erince sadece Vatan partisi iki tarafa birden cephe aldı. TGB'nin 21 Aralık 2013 yürüyüşünün afişi: "Aynı oyunun figüranlarısınız".
(Görüntü kendi objektifimden.)
Erdoğan yargı ve polisin içindeki "Cemaat" yapısını ayıklayıp temizledikçe Ergenekon, Balyoz ve benzeri kumpaslardan dolayı hüküm giymiş olanlar için yeni bir ümit doğdu.
Ergenekon hükümleri 5 Ağustos 2013'te Silivri Ceza İnfaz Kurumu'nun içindeki mahkeme salonunda verilmişti. Güvenlik tedbirleri o derece abartılmıştı ki protestocular ulaşamasın diye yollar kapatılmış, çok uzaktan yola çıkanların otobüsleri yolda durdurulmuştu. Biz Kadıköy'den çok erken yola çıktığımız hâlde akşama kadar ulaşamadık; hatta hiç ulaşamadık. Yaklaşabilenler açık arazide yürümüş, biber gazı ve basınçlı suyla geri püskürtülmüşler. Verilen hükümlerin ağırlığı neden o kadar sert tedbirler alınmış olduğunu gösteriyor. O korkunç günü olabildiğince geniş ve kapsamlı ama ne yazık ki sadece İngilizce olarak yazabildim- çünkü çok vaktimi aldı. (Bkz. "Ergenekon Trials and Tribulations", 30 Ağustos 2013.) "Cemaatçı" hakimlerin hükümlerini verdikleri bu gün, yukarıda bahsettiğim, AKP-Cemaat ortaklığını kesin olarak sona erdiren "cemaatçi" 17 Aralık baskınlarından sadece dört ay önceydi. Mart 2014'de Silivri'de ilk tahliyeler başladı; aralarında eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ ve Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek de vardı. Neyse ki sen bu kadarını gördün, ama Balyoz ve diğer kumpaslardan tahliye olup beraat edenleri görmemedin. (Bkz. "Demir Dağ Eriyor mu Ne?", 12 Mart 2014.)
Buna karşılık Erdoğan'ın kendini Cumhurbaşkanı seçtirmesini de görmedin. (10 Ağustos 2014.) Sözümona "muhalefet"
partileri olan CHP ve MHP kendileri bir "ılımlı İslam" adayı, Ekmeleddin İhsanoğlu'nu çıkartarak Erdoğan'a adeta yardımcı oldular.
Cumhurbaşkanlığı için iki aday arasında fark olmadığını ifade eden bir afiş.
Görüntü kendi objektifimden.)
Cumhurbaşkanlığı için üçüncü aday ise Kürt ayrılıkçı Selahattin Demirtaş'tı; mümkün değildi gerçi ama kazansaydı ülkesini bölmeyi amaçlayan bir Cumhurbaşkanımız olacaktı. Sonuçların hiçbirini kaldıramazdın Babacığım, ama sen herhâlde yine de istemiye istemiye CHP'nin adayını desteklerdin. (Ne ben, ne eşim, sandığa gitmedik.)
Erdoğan eski hamisi ABD'den uzaklaştıkça Silahlı Kuvvetler'e yaklaşmaya başladı. Zamanında Meclis'ten, mesken ve çalışma yerlerinden askerleri uzaklaştırmış, yerine polisleri getirmişti. Polisteki "Cemaat" yapısını tasfiye etmeye başlayınca ihtişamlı yeni "sarayının" muhafazasını askerlere verdi, hatta atlı Muhafız Alayı'nı bile canlandırdı ve 16 askere "tarihteki 16 özgür Türk devletinin" kıyafetlerini giydirerek merasimi daha da renklendirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndan çıkıyor; solda Muhafız Alayı'nın onur kıtası, sağda Cumhurbaşkanlığı armasındaki 16 yıldızın temsil ettiği "tarihteki 16 özgür Türk devleti"nin kıyafetlerini giymiş askerler.
(Görüntü medyadan.)
24 Temmuz 2015'de yeni Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar komutasında TSK yurtiçinde ve sınırötesinde PKK'ya karşı bir dizi büyük operasyonun ilkine başladı. Seçilen tarih 1923 yılında imzalanan Lozan anlaşmasının yıldönümü olarak anlamlıdır. Sen tarihimizin bu sayfalarını tekrar tekrar anlatmaktan zevk alırdın: Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri Sevr anlaşmasıyla ülkemizi parçalayıp bölüşmüşler, Türk milleti ise Mustafa Kemal'in önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı kazanarak Lozan anlaşmasıyla "Misak-ı Milli"'yi, yeni Türkiye'nin hudutlarını kabul ettirmiş. Operasyonlara 24
ettiği sınırlarımızı sahiplendiğimiz anlamını taşır.
Askerler tahrip olmuş Diyarbakır Sur'dan sivilleri tahliye ediyor. (Görüntü medyadan.)
PKK ile mücadele. Duvarda "YPG" yazıyor. Diyarbakır Sur, Ocak 2016 ya da öncesi. (Görüntü medyadan.) |
15 Temmuz 2016'da Erdoğan ile TSK arasındaki ahenk birdenbire altüst oldu. Tanklar yollara döküldü, savaş uçakları havalandı. Erdoğan bu ihtimâlden her zaman ürkmüş, tedbirini almıştı, ama darbe en beklenmedik zamanda geldi. Darbeci askerlerden bir grup TRT binasına girdi ve hoş görünüşlü sarışın bir spikere bildirilerini okuttular. Atatürk'ün sözlerine atfen kendilerine "Yurtta Barış Konseyi" diyorlardı. Seçilen isim Erdoğan ve AKP'ye karşı duran lâik Atatürkçü kesimin desteğini alarak de alarak TSK'nın PKK'ya karşı operasyonlarını durdurmak ve ABD'nin istediği "barış/ açılım/ çözüm" sürecine dönmek amacına işaret ediyordu.
Erdoğan halka sosyal medya üzerinden çağrı yaparak sokaklara çıkıp karşı koymasını istedi. Halk çağrıya uydu,
ama rastgele değil, bir organizasyon içerisinde. Anlaşılıyor ki AKP, böyle bir durum için hazırlıklarını, planlamalarını zaten yapmış.
Erdoğan'ın çağrısı. (Görüntü medyadan.)
O sırada TSK'nın içinde birlik yoktu. Darbe emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleşmemiş, belli bir grup harekete geçip geri kalanını sürüklemeye çalışmıştı. Darbeciler kuvvet komutanlarını ve Genel Kurmay Başkanı'nı rehin almış, Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar'ın boğazını sıkarak darbeyi desteklemeye zorlamış, ama bu desteği alamamışlardı. Geçirdiği zor gecenin yadigârı olarak Akar'ın boynunda izler kalmıştı. 24 saat içinde olup biten bir iç savaşta asker askerle dövüştü. Diyarbakır'daki üsten havalanan jetler Ankara'da meclisi bombaladılar. Senin komutanlık yaptığın Diyarbakır üssünden babacığım, ben de çocuk olarak sokaklarında oynamıştım. Gazetelere bakılırsa orada bugün Amerikalı askerler de bulunuyormuş, Adana'deki İncirlik üssü de oraya pek uzak değil! Eskişehir'den kalkan jetler de darbecilerin uçak kaldırmalarını engellemek için Ankara Mürtet (Akıncılar) üssünün pistini bombalamışlar.
En acısı, babacığım, Türk askerleri kendi vatandaşlarına ateş açmışlar. Türk helikopterlerinin halka kurşun yağdırma görüntülerine dayanamazdın; aynı üniformayı giyen insanların böyle davrandığını görmek seni zaten öldürürdü. Tarihimizde hiçbir darbe, hiçbir müdahele bu derece kan akıtmamıştı.
Astsubay Kıdemli Başçavuş Ömer Halisdemir darbeci Tuğgen. Mehmet Terzi'yi vurma emrini aldı.
Hayatına mâlolacağını bilerek görevini yerine getirdi ve hemen orada kendisi de vurularak şehit oldu.
(Görüntü medyadan.)
O gece aynı zamanda camilerde dualar gecesiydi; mukaddes Erdoğan'ı koruması, düşmanlarını kahretmesi için Allah'a yakarılıyordu. Darbenin bastırılması demokrasinin zaferi olarak gösterildi ama birçoğu için zafer İslâmındı.
Ciddi şekilde telaşlanan hükümet halkııı sokaklarda kalarak yeni bir darbe teşebbüsüne karşı "demokrasi nöbeti" tutmaya çağırdı. Sokaklara dökülen insrinsanların motivasyonlarını ister "cesaret" ister "kör fanatizm" diye yorumlayalım yorumlayalım, Erdoğan'ın kendisini korumak için halkı canlı kalkan olarak kullanmaktan çekinmeyeceği açıktır.ktan kaçınmayacağı açıktır.
(Görüntü medyadan.)
Korkunç gecenin hemen arkasından konu hakkında bilgi birikimi sahibi kişiler, darbe teşebbüsünde yer alan subayları tanıyanlar, darbenin arkasında Gülen "Cemaati"'nin bulunduğu sonucuna vardılar. Günbegün ortaya çıkan yeni deliller bu çözümlemeyi doğrular nitelikte. Darbenin hemen öncesinde Aydınlık'ta çıkan bir makale TSK'dan "cemaatçı" subayları tasfiye etme gereğini anlatıyordu.
Erdoğan ve AKP darbecilere karşı zaferlerini doğal olarak
sonuna kadar kendi avantajları için kullandılar, ülkemizi baştanbaşa demokrasiyi ve halkın iradesini vurgulayanafişlerle donattılar, hatta ideolojik rakip Atatürk'ün "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözünü bu bağlamda benimseyerek her tarafa astılar, bazen Ata'nın resmini bile ilave ederek.
Nazilli'de afiş. Ata ve Reis nihayet anlaşmış.
En azından Erdoğan tekrar
hakimiyetini tesis edene kadar.
(Görüntü medyadan.)
Şu sırada Gülen "Cemaatine" karşı çok geniş çaplı bir tasfiye süreci yaşıyoruz. Ne var ki sade vatandaşlar ve alt seviyede görevliler üzerine daha fazla gidiliyor. AKP'nin içinde bir inceleme ve ayıklamaya gidilmemesi son derece dikkat çekici; eski ortaklar olarak en çok şüphelinin orada olması gerekirdi.
Gülen "Cemaati"'nin polis ve hukuk sisteminin içine nasıl sızıp yayıldığını hepimiz artık biliyoruz, çok güvendiğimiz TSK'nın herşeye rağmen kendisini böyle bir sızmadan büyük ölçüde korumuş olacağına inandık, ya da
inanmak istedik.15 Temmuz'da yaşadığımız kanlı gece hepimize soğuk bir duş oldu. Darbe teşebbüsünden sonra Gülen "Cemaati" üzerine yazılmış birçok kitap tekrar yayınlandı. Şu sırada ilk 2015'de yayınlanmış olan Ağacın Kurdu'nu okuyorum ve okuduklarım son derece rahatsız edici.
Ağacın Kurdu,
Mustafa Önsel,
ISBN:978-605-84360-8-4
Kendisi Balyoz'dan tutuklanmış ve mahpus yatmış Albay Mustafa Önsel "cemaatçı"'ların hileli yollarla Silahlı Kuvvetler'e nasıl sızdıklarını, gizli ilişkiler yoluyla nasıl yükseltildikleri, kendilerinden olmayanları nasıl tasfiye ettirdiklerini anlatıyor. Yeni yüzyılın ilk yıllarından başlayarak ve giderek yayılarak çalınan sınav soruları ve değiştirilen cevap kâğıtları ile silahlı kuvvetlere girmiş, kendilerinden olmayanları ise sahte olumsuz sağlık raporları, eğitim sürecinde işkenceye varan uygulamalar ve hatta iftira ile elemişler. İftira taktiğini "casusluk ve fuhuş" davalarından hatırlıyoruz. (Bkz. "Casusluk ve Fuhuş", 28 Nisan 2013.) Ve bütün bunlar Pennsylvania'da bir kutsal adam "Allah böyle istiyor" dedi diye!
Ah babacığım, tanıştığın, konuştuğun, güvendiğin genç subayların kimbilir kaçı sadakat yeminini Fethullah Gülen'e yapmıştı! (Ve senin her sözünü ağabeylerine aktardı.)
Zaferinden sonra Erdoğan Silahlı Kuvvetler'i cezalandırmaya koyuldu- sanki "Cemaat"'in diğer devlet organlarıyla birlikte Silahlı Kuvvetler'e sızıp yayılmasında AKP'nin ve genel başkanı'nın hiç sorumluluğu olmamış gibi! (Hakkını vermek gerekir, Cumhurbaşkanı "Rabbim ve milletim de bizi affetsin...uzun süre gerçek yüzlerini göremedik" diyerek iritirafta bulundu- Olağanüstü Din Şurası 3 Ağustos 2016.) Atlısı atsızı Muhafız Alayı Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndan defedildi. Harp okulları yarı-sivil kurumlara dönüştürülmeye başlandı, askeri liseler hepten kapatıldı- oysa yukarıda bahsettiğim kitaba göre harp okullarına yuvalanan "cemaatçılar"'ın barındırmamaya çalıştıkları Atatürkçü subay adaylarının birçoğu işte bu askeri liselerden gelenlermiş.
Ergenekon, Balyoz ve benzeri kumpas davalarıyla "cemaatçıların" yaptığı tasfiyelerden henüz toparlanmamışken TSK bu sefer de "cemaatçı" subayların tasfiyesiyle yeniden personel kaybına uğradı- tam da içeride PKK ile, Suriye'de hem İŞİD, hem de ABD destekli PYD ve YPG ile mücadele içindeyken. Hükümet bir yandan da askeri hastaneleri sivilleştirerek bir darbe daha vurdu- ve İstanbul'daki Gülhane Askeri Tıp Akademisi'ne II. Abdülhamit'in adını vererek özelde askerlerin, genelde Atatürkçü yurttaşların suratına bir tokat attı. İstibdat yönetimi ve meclis düşmanlığıyla hatırlanan Abdülhamit'i 1909'da tahttan indiren Hareket Ordusu'ndaki askerlerden biri Kolağası Mustafa Kemal'di, bir diğeri de benim dedem, senin babandı babacığım.
Mustafa Önsel,
ISBN:978-605-84360-8-4
Kendisi Balyoz'dan tutuklanmış ve mahpus yatmış Albay Mustafa Önsel "cemaatçı"'ların hileli yollarla Silahlı Kuvvetler'e nasıl sızdıklarını, gizli ilişkiler yoluyla nasıl yükseltildikleri, kendilerinden olmayanları nasıl tasfiye ettirdiklerini anlatıyor. Yeni yüzyılın ilk yıllarından başlayarak ve giderek yayılarak çalınan sınav soruları ve değiştirilen cevap kâğıtları ile silahlı kuvvetlere girmiş, kendilerinden olmayanları ise sahte olumsuz sağlık raporları, eğitim sürecinde işkenceye varan uygulamalar ve hatta iftira ile elemişler. İftira taktiğini "casusluk ve fuhuş" davalarından hatırlıyoruz. (Bkz. "Casusluk ve Fuhuş", 28 Nisan 2013.) Ve bütün bunlar Pennsylvania'da bir kutsal adam "Allah böyle istiyor" dedi diye!
Ah babacığım, tanıştığın, konuştuğun, güvendiğin genç subayların kimbilir kaçı sadakat yeminini Fethullah Gülen'e yapmıştı! (Ve senin her sözünü ağabeylerine aktardı.)
Zaferinden sonra Erdoğan Silahlı Kuvvetler'i cezalandırmaya koyuldu- sanki "Cemaat"'in diğer devlet organlarıyla birlikte Silahlı Kuvvetler'e sızıp yayılmasında AKP'nin ve genel başkanı'nın hiç sorumluluğu olmamış gibi! (Hakkını vermek gerekir, Cumhurbaşkanı "Rabbim ve milletim de bizi affetsin...uzun süre gerçek yüzlerini göremedik" diyerek iritirafta bulundu- Olağanüstü Din Şurası 3 Ağustos 2016.) Atlısı atsızı Muhafız Alayı Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndan defedildi. Harp okulları yarı-sivil kurumlara dönüştürülmeye başlandı, askeri liseler hepten kapatıldı- oysa yukarıda bahsettiğim kitaba göre harp okullarına yuvalanan "cemaatçılar"'ın barındırmamaya çalıştıkları Atatürkçü subay adaylarının birçoğu işte bu askeri liselerden gelenlermiş.
Askeri liselerin tekrar açılması için eylem; düzenleyen "Silivri Çadırı" kahramanı, resimde muhabirle konuşan, Hıdır Hokka'dır. Beşiktaş, 12 Kasım 2016.
(Görüntü kendi objektifimden.)
Ergenekon, Balyoz ve benzeri kumpas davalarıyla "cemaatçıların" yaptığı tasfiyelerden henüz toparlanmamışken TSK bu sefer de "cemaatçı" subayların tasfiyesiyle yeniden personel kaybına uğradı- tam da içeride PKK ile, Suriye'de hem İŞİD, hem de ABD destekli PYD ve YPG ile mücadele içindeyken. Hükümet bir yandan da askeri hastaneleri sivilleştirerek bir darbe daha vurdu- ve İstanbul'daki Gülhane Askeri Tıp Akademisi'ne II. Abdülhamit'in adını vererek özelde askerlerin, genelde Atatürkçü yurttaşların suratına bir tokat attı. İstibdat yönetimi ve meclis düşmanlığıyla hatırlanan Abdülhamit'i 1909'da tahttan indiren Hareket Ordusu'ndaki askerlerden biri Kolağası Mustafa Kemal'di, bir diğeri de benim dedem, senin babandı babacığım.
Sultan II. Abdülhamit'in 27 Nisan 1909'da tahttan indirilişinin tasviri. Sağda: Abdülhamit'in intikamı: darbe teşebbüsünden sonra İstanbul GATA'nın girişi.
O hastanede sen sık sık tedavi görmüştün baba, annem de. 11 Nisan 2014'de hastalandığın gece seni ambulansla götürdüğüm hastane orasıydı. Seni son defa hayatta gördüğüm yer de orası oldu. Senin güvenin tam olduğu için ben de kusurlarını görmezlikten geldim- ta ki Ağacın Kurdu'nu okuyana kadar! Kitaba bakılırsa "Cemaat" GATA'ya da sızmış, kendilerinden olmayan subaylar ve subay adaylarını sahte sağlık raporlarıyla çürüğe çıkarmışlar. (Gerçekten de bu sahtekârlık başarısız darbe teşebbüsünden sonra ortaya çıkınca haksızca elenenlerin bir kısmı tekrar Silahlı Kuvvetler'e döndü.) GATA'da eşime "kadın olduğu" gerekçesiyle bakmayan doktor aklıma geldi- lâikliğin bekçisi Atatürkçü Türk Silahlı Kuvvetleri'ne hiç yakışmayan bir olaydı bu.
Elimden gelmeden düşünüyorum- babamı kimlerin ellerine emanet ettim? Hastanenin doktorlarına tedavi diye istediklerini yapabileceklerine dair kâğıt imzalayıp verdim. Yaşlıydın, zayıf düşmüştün, onun için daha yaşardın demek zor, ama son gördüğümde oksijen hortumun çıkartılmıştı, nefes almak için zorlanıyordun. Doktora sordum, tekrar kendi kendine nefes almaya alışman için öyle yaptıklarını söyledi. Bunu hak etmediğini söyledim. Bu doğru bir yöntem miydi? Seni rahatlatamazlar mıydı, o noktada amaçları bu olmamalı mıydı? Ertesi sabah artık herşey bitmişti!
Nefes alamamak çok korkunç bir şey.
Geçen yaz mezarını bir defa daha ziyaret ettim- bunu zaman zaman yaparım. Ama bu sefer gördüğüm şey beni çarptı. Mezarına bir gül dikmişlerdi, senelerce tekrar görebilmeyi ümit ettiğin kızını hatırlatırcasına. Gözümüzü boyayarak bize o kadar çok şey vadeden, sonra da herşeyi alan bir kültürün cazibesine kapılıp gitmiş, sonunda o kültür onu da güçsüz ve iradesiz bırakmıştı. Askeri mezarlıktaki bütün mezartaşlarında olduğu gibi seninkinde de küçük bir Türk bayrağı, bütün sahtekârlıklara, ihanetlere, zehirlenen zihinlere ve ruhlara rağmen, seni ve beni teselli etmek, hayâlimizdeki ülkenin halâ varolduğuna inandırmak istercesinde hafif rüzgârda dalgalanıyordu.
(Görüntüler kendi objektifimden.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder