(Aşağıdaki yazıyı 21 Ekim 2011'de elektronik postayla arkadaş ve tanışlarıma göndermiştim. Bugün, 30 Mayıs 2012, yine bir "Ergenekon" duruşması var, 191'inci duruşma! 64'ü tutuklu 256 "sanığın" davaları görülüyor. Hakkında elle tutulur suç delili olmayan Prof. Mehmet Haberal'in avukatları müvekkillerinin tahliyesini taleb ediyorlar. Bu yazımı bugün burada tekrar yayınlamam bu bakımdan özel anlam kazanıyor.)
Merhabalar
arkadaşlar ve tanışlar,
13 Nisan
2009’da bir “Ergenekon dalgası” ile Prof. Dr. Mehmet Haberal dahil bir grup
akademisyen içeri alındı ve o zamanlar kendimi halâ mert ve hakbilir bir
milletin vatandaşı zanneden ben bir coşkuyla penceremize bir bayrak astım ve
“bu insanlar serbest bırakılıncaya kadar bu bayrak inmeyecek” dedim. Zannettim
ki birkaç hafta içinde sözümü yerine getirmiş olarak bayrağı indirebileceğim.
13 Ekim 2010’da bayrak solmuş, uçları sökülmeye başlamış, halâ yerinde asılıydı. Bu bilgiyi o zaman sizlerle paylaştım, hatırlayanınız vardır belki.
Sonra bayrağımızın arkasını çevirdim! Solgun yüzü arkada kalsın diye!
Zaman geçti,
çürümüş çerçevelerimiz sökülüp Winsa’lar takıldı. O vesileyle bayrak indi.
Binanın ön yüzü boyanırken içeride bekledi. Sonra yine astım.
Şimdi (21 Ekim 2011) bayrağımın bu yüzü de soldu, uçları iyice söküldü. Ama ağzımdan çıkmış bulundu, paçavraya dönüşmekte olan bayrağımı indiremiyorum çünkü “Ergenekon“ mahkumları halâ içeride, bu tezgâhı kuranlar bir referandum ve bir de seçim götürdüler, “kul hakkı yemeyen” Müslüman vatandaşlarım bu durumla gayet barışık, oruçlarıyla, iftar ziyafetleriyle ve “60 aya varan krediler” kullanarak ödedikleri uzatmalı Ramazan bayramlarıyla ahretlerini garantilemişler bir kere!
(Böyle
insanların gittiği cennet nasıl bir cennet?)
19’uncu
yüzyılın sonlarına doğru haksız yere tutuklanıp sürgün edilen Alfred Dreyfus
isimli bir Fransız subay Fransız halkını ikiye bölmüştü.
Bir tarafta
(resmi makamların sözüne güvenerek) suçlu olduğuna inananlar , diğer tarafta
suçsuzluğunu savunanlar.
BİR TEK
subay.
Bugün bütün Genelkurmay’ı Hasdal’a taşısalar halkımızın ipinde değil. (Durun bi dakka, cep telefonuma yine mesaj geldi, daha da süper bir tarife öneriyorlar, dakikalar arttıkça daha avantajlı konuşabilecekmişiz. Yaşasın, daha az ödeyerek daha da çok laklak yapabileceğiz! Telefonumuz dinleniyor olabilir ama ne gam!)
Emile Zola
bir makaleyle kendini bu adaletsizliğe karşı savaşa atmış. Ve makalenin başlığı
sadece Fransız değil, dünya tarihine ve edebiyatına malolmuş!
“J’ACCUSE!”-
“İtham ediyorum!” (“L’Aurore”,
12/01/1898)
Ve kendisi
mahkemelik olmuş!
Ve uzun bir
mücadeleden sonra- kazanmış!
Dreyfus azad
edilmiş , bütün rütbe ve nişanları iade edilmiş. Gerçi 12 senelik sürgün ve
hapisten sonra artık sıhhatini yitirmiş ama hiç değilse kendisi ve ailesi
“hain” damgasından kurtulmuş, onurları geri verilmiş.
Bu manevi
zaferde olaylara duyarsız kalmayan Fransız kamuoyunun büyük rolü var!
Ne kadar çok
dünyalığı ne kadar çok vadeyle elde edebileceğiyle kafayı bozmuş milletimin
böyle teferruatlarla harcamaya vakti yok tabii! Mesele bi futbol takımı değil
ki uğruna savaşsın. (“Darağacında olsak bile son sözümüz Fenerbahçe"). Ya
da en azından oyunu konuştursun!
Fenerbahçe spor kulübü genel başkanı Aziz Yıldırım 3 Temmuz
2011’de şike iddiasıyla tuttuklanınca taraftarlar darağacını bile göze aldılar.
Bugün, 30 Mayıs 2012, Sn. Yıldırım halâ
tutuklu ve sıhhi problemleri var.
4 Kasım 1979’da Tahran’da A.B.D. büyükelçiliği basıldı, içerideki herkes rehin alındı ve aylarca rehin tutuldu.
Amerikan
halkı da orada kapalı tutulan vatandaşlarını unutmadıklarını göstermek için,
popüler bir şarkının sözlerine gönderme yaparak, sarı kurdeleler taktılar.
(“Tie a Yellow Ribbon Round the Ole Oak Tree”, Irwin Levine ve L. Russell
Brown, 1973)
Ben biraz da bunu hatırlayarak Silivri ve Hasdal’da mahpus tutulanları unutmadığımı göstermek için bir siyah kurdele takmaya karar verdim. Bir kurdele de penceremdeki solmuş, yırtılmış bayrağa taktım.
Diyeceksiniz
ki “bunu kim biliyor?”; kurdeleyi merak edip soranlar biliyor.
Şimdi bir de
sizler biliyorsunuz.
,
,
DİP NOT:
İran’lılar 52 Amerikalıyı 444 gün rehin tuttular. Bizim “Ergenekon” ve “Balyoz”
savcıları Humeyni'nin teröristlerine açık fark attılar yani!
ENGLISH
(The following is
the English translation of a letter I sent by e-mail to friends and
acquaintances on October 21st, 2011. Today, May 30th 2012, there is yet another one of the endless "Ergenekon" trials in session, the 191st! The cases of 256 "suspects", of which 64 are held in custody, come before the judge. The lawyers of Prof. Haberal are asking for the acquittal of their client on the grounds of the absence of any incriminating evidence for any crime. It is therefore especially meaningful that I publish this letter here today on this date.)
Hello friends and acquaintances.
On April 13th 2009, in the course of (yet another) “wave”
of Ergenekon arrests, a group of
academicians, including Prof. Dr. Mehmet Haberal (dean of Başkent University,
Ankara), were taken into custody. At that time I still believed myself to be a
member of a noble and just nation, and in a rush of indignation I hung a flag out
of our window and said “this flag stays here until the day these people are set
free!”. I believed at the time that, within a matter of weeks, I would be able
to bring down the flag with my promise fulfilled.
By October 13th 2010 the flag was was still hanging,
faded and with edges frayed. I shared
this with you then, maybe some still remember!
I turned the flag back to front, to keep the faded face inwards!
Then we changed the window frames and the flag was taken
down. It waited indoors while the exterior of the building was being repainted.
Then I hung it up again!
Now (October 21st, 2011), the flag is faded on both
sides, the stitching around the edges has come completely loose. But once
having given my word, I feel compelled to keep it. Torn and tattered as it may
have become, I can’t take down my flag because the Ergenekon supects are still in detention. Those who concocted this frame-up
job have since enjoyed another election victory and a referendum (for a new
constitution)! Muslims claim never to “usurp another’s right”, yet they seem
perfectly at ease with this gratuitous usurpation of the liberty of their
brethren. Well, they do their fasting in Ramadan, capping every evening with a
feast and the month with an extended holiday on “credit payable in up to 60
months”, so that should be enough to
purchase them a place in heaven!
(With the kind of people who expect to go there, some
heaven it will be!)
Towards the end of the 19th century, a French officer
named Alfred Dreyfus was arrested on trumped up charges. The incident tore
French public opinion in two!
The “Dreyfusards” who believed his innocence, in a face-off with the “Anti-Dreyfusards” who believed the government’s charges.
JUST ONE officer!
Today, no one gives a hoot if they cart the entire
General Staff to Hasdal prison. (Excuse me a moment- I just got an SMS on my
cell phone. Oh, it’s another super offer; YIPPEE! We can now babble even more
and pay even less! The phoneline is probably tapped but who cares if the price
is right?)
Emile
Zola
took up the cause of Captain Dreyfus and threw himself into a full-front
struggle against the injustice with a damning newspaper article. The headline
leading the text has become a milestone in the history not only of France, but
of the world entire:
“J’ACCUSE!”-
“I
Accuse!” (“L’Aurore”, Jan. 12, 1898)
He accused the government and the president of wilfully
convicting and sending to exile an innocent man.
And Zola was himself hauled before the judge!
And after a long legal struggle, he triumphed.
Dreyfus was acquitted! His rank and honours were
ceremoiously returned. 12 years of prison and exile had by then taken its toll
on his health, but at least he and his family were absolved of the ignominy of
“treason”. Their dignity was restored.
Capt, Dreyfus reinstated as an officer, all military honors returned.
This moral victory was due in great part to the French public, which was not insensitive to the issue!
But my compatriots can’t be bothered with such niceties,
their minds being so busy figuring out how much worldy goods they can pile up
on how many installments. It’s not a soccer team we’re talking about, so why
get worked up? (“Even if they drag us to
the scaffold, our last word is Fenerbahçe!”) Or even bother to vote?
When Aziz Yıldırım, general manager of the Fenerbahçe soccer
club was arrested on charges of fraud the supporters of the club rallied
in support. Mr. Yıldırım is still in prison and in failing health today, May
30th 2012. Team supporters supect a frame-up
by the government, and the normally apolitical soccer fans were prompted to
defiance when their team was in question, declaring themselves to be “ready to
face the gallows”!
On November 4th, 1979, the U.S. Embassy in Teheran was
raided and everyone in it taken hostage. The “hostage crisis” lasted for
months.
As a
symbol of solidarity and to show to the world they would not forget their
compatriots in captivity, Americans back home took to wearing yellow ribbons.
The inspiration came from a popular song,
“Tie a Yellow
Ribbon Round the Ole Oak Tree”. (Irwin Levine & L. Russell Brown, 1973)
Ribbon attached to tree by the wife of U.S. diplomat Bruce Laingen while he was held hostage in Teheran.
Partially influenced by that, I took to wearing a black ribbon, to show that I am not willing to forget those incarcerated in Silivri and Hasdal. I attached another black ribbon to the faded and soiled flag at the window.
You may ask “who knows about it?” Well, whoever asks me what it is for.
And now, whoever is reading this!
FOOTNOTE: The Iranians held the Americans hostage for 444
days. The prosecutors of the Ergenekon
and Balyoz trials here have beaten them by a considerable
margin.