2 Mart 2020 Pazartesi

HUYLU HUYUNDAN...

TÜRKÇE: (For English see "Old Habits Die Hard")

 Bu seneye olumlu başladım, kargaşa içindeki coğrafyamızda ülkemizin nispeten huzurlu olduğunu gözlemledim ve hem bizde, hem sınırlarımızın ötesinde provokasyonların sona ererek insanların tekrar huzur içinde birarada yaşamaya dönmelerini diledim. (Bkz.: "2020- Kışkırtmasız", 27 Şubat 2020.)

O zamandan beri Cumhurbaşkanı Erdoğan'da eski otoriter tarzına dönme belirtileri görülmeye başladı. Bu geri dönüşün ülkesine ve kendisine vereceği zararın farkında olmadığı kesin.

Erdoğan'ın Gülen'den dramatik ayrılışı ve bundan böyle   ABD politikalarına mukavemet göstermesi AKP yönetimine karşı ülke içindeki eleştirileri hafifletti- Atatürkçüler Erdoğan'ın yaptığı rejim değişikliğini hazmedemedilerse de! Erdoğan FETÖ'cüleri yönetim, askeriye, polis, adalet ve basından ayıklamaya başladı- diğer bir deyişle kendisinin ve partisinin yardımıyla sızıp yuvalanmış oldukları yerlerden. Ama her yerden değil; rahatsız edici gerçek şu ki ayıklanmadıkları yerlerin başında Erdoğan'ın kendi partisi, vaktiyle Gülen'le bir olan AKP var! Netice, küçük ve önemsiz balıklar avlanırken büyük balıklar göz önünden çekilmeye bile tenezzül etmeden rahat rahat dolaşıyorlar.

Derken 28 Ocak 2020'de Haber Global televizyon kanalında eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ "FETÖ'nün siyasi
Eski Gen. Kur. Bşk. İlker Başbuğ
(Görüntü medyadan.)
ayağı" konusunda bir gözlemde bulundu; 26 Haziran 2009'da

meclisten geçen askerlerin "özel görevli" mahkemelerde yargılanmasının yolunu açan yasayı hatırlatarak teklifi getiren siyasilerin araştırılmasını önerdi. Bu yasa sayesinde kumpasla tutuklanan askerler Gülen Cemaati'nin yargıçlarının eline teslim edilecek, Başbuğ kendisi de 5 Ağustos 2013'te açıklanan Ergenekon hükümleriyle müebbet hapse mahkûm olacaktı. Erdoğan Gülen ile yollarını ayırıp FETÖ'cüleri ayıklamaya başladıktan sonra FETÖ mahkemelerinin hükümlerinin de bozulması kaçınılmaz hâle geldi. Başbuğ bednam Silivri cezaevinden 7 Mart 2014'te tahliye oldu. (Bkz.: "Demir Dağ Eriyor mu Ne?", 12 Mart 2014).

Erdoğan'ın Başbuğ'u ortak düşman Gülen'e karşı bir müttefik olarak görmesi gerekirdi, ama Başbuğ'un önerisine Cumhurbaşkanı'nın tepkisi tam tersi oldu. Makamının gerektirdiği tarafsızlık ve ağırbaşlılığı bir yana bıraktı ve kendi kapattırdığı Cemaat basınının ağzını kullanarak Başbuğ'a saldırdı. Daha da ileri giderek sözkonusu milletvekillerine Başbuğ'u dava etmeleri talimatını verdi, onlar da doğal olarak- doğalarına uyarak- bu buyruğu yerine getirdiler! Başbuğ'u milletvekillerinin dokunulmazlığını ihlâl etmeye teşebbüsle suçladı- HDP başkanı Selahaddin Demirtaş'ın hapiste olduğunu düşünürsek bu ilginç bir itham.

Ana muhalefet CHP bu sefer doğru olanı yaptı (her zaman yapmaz) ve Başbuğ'u destekledi. Arkasından CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu ile Cumhurbaşkanı Erdoğan karşılıklı olarak birbirlerini FETÖ'cülükle suçladıkları bir mahalle kavgasına giriştiler.

Öbjektif olarak bakabilen herkes görmelidir ki, ikisi de haklı. Erdoğan ve partisi vaktiyle Gülen'in en yakın müttefikleriydi, ve Erdoğan bunu inkâr etmeyecek kadar dürüst olmakla birlikte FETÖ'cülere karşı operasyonları belli bir noktadan öteye taşımaya çekiniyor. Kılıçdaroğlu'nun CHP'si ise ABD'nin desteğini almak uğruna Gülen'e olumlu bakmaya çok karşı değil; nihayet Gülen din yoluyla manipülasyon için ABD'nin elindeki en güçlü araç ve ondan vaz geçmez. Halk ağız dalaşını horoz dövüşü seyreder gibi seyrediyor.

Bu arada farketmeden kendimizi Suriye hükümetiyle (hükümetin ağzıyla "rejimle") savaş halinde buluverdik. 10 Şubat 2020'de beş askerimiz Suriye'nin ateşiyle şehit edildi. Hemen karşı ateşle karşılık verildi ve "kanları yerde kalmadı", arkasından resmi ağızlar kaç misli "rejim" askerini "etkisiz halde bıraktığımız" konusunda böbürlendi. (Düşman, müslüman da olsa, "şehit" olmuyor!) Erdoğan millete durmadan intikam vadetmeye devam etti, oysa gerçek şu ki biz Suriye topraklarında davetsiziz. Erdoğan Şam ile doğrudan görüşmemekte diretiyor, Rusya'yı aracı olarak kullanmayı tercih ediyor.

Bizim Suriye topraklarına girme gerekçemiz, PKK'nın Suriye uzantısı saydığımız PYD/YPG'nin orada bir devlet kuracak duruma gelmesini önlemekti, çünkü böyle bir devletin Türkiye'ye daimi bir tehdit olacağını düşünüyorduk. (PYD/YPG'nin savaştığı İŞİD diye bildiğimiz DAEŞ'le biz de savaşıyorduk. İŞİD, ABD'nin Suriye'ye bulaşmasının bahanesi olarak yaratılmış, bu artık neredeyse kesinleşti. ABD, PYD/YPG'yi İŞİD ile savaşta müttefik sayıyor. Akla gelen şu: İŞİD halkı kaçıracak, PYD/YPG İŞİD'i yenecek, kovacak, boşalttığı yerlere kendi yerleşecek.)

Suriye'deki varlığımızın diğer bir gerekçesi de savaştan kaçan mültecilere Suriye içinde güvenli bölgeler yaratarak Türkiye içine akını durdurmak.

Şimdi birden bütün bunlar unutulmuş gibi; Putin'le yakın dostluk bozuldu, Cumhurbaşkanımız Cemaat'e yakın olduğu günlerdeki neo-Osmanlı ağzını kullanmaya başladı. (Bkz.: "Sivil Hükümetin Savaş Tamtamları", 18 Eylül 2012.) Şimdi atık varsa yoksak "zalim Eset" ve onun "gayrımeşru hükümeti"! İlginç bir tesadüf, Suriye'de hedeflerin değişmesi ve olası FETÖ'cü milletvekilleri adına alınganlık Cumhurbaşkanı'nın Kasım ayındaki ABD gezisinden sonra gerçekleşti. Bu önemsiz bir tesadüf olabilir, ama beş askerin şehit olmasından sonra ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey'in hiç vakit kaybetmeden Türkiye'ye gelip "arkanızdayız" diyerek adeta azmettirmesi, bozuk Türkçe konuşarak gönlümüzü alması kesinlikle anlamlı. Anlaşılıyor ki sert konuşan, saldırgan, Osmanlıcı bir Erdoğan ABD için daha sevimli; söz dinlemeyen, önce kendi ülkesini düşünen hâlini sevmemişlerdi zaten. Yani ABD Gülen'le ortak olan Erdoğan'ı istiyor yine!

Sonu gelmeyen kim FETÖ'cü kim değil tartışması uzayıp giderken insan düşünmeden edemiyor: bu liderler neden hâla hiçbir şey olmamış gibi ABD temsilcileriyle görüşüyorlar, başkanlarına misafir oluyorlar ki? 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü bir FETÖ darbesi değil miydi? Gülen ise ABD'de oturan, ABD tarafından korunan, kullanılan bir alet değil mi? ABD büyükelçisini sınırdışı etmemiz, uluslararası alanda büyük bir gürültü çıkarmamız gerekmez miydi? Yurtiçinde FETÖ'cü avı sürdürürken uluslararası alanda biraz mırıldanmaktan öteye gitmemek zihinde sorular uyandırıyor. Türkiye'den FETÖ'yü tasfiye etmek konusunda kim ne kadar samimi?


İki başkan, iki "first lady", Kasım 2019.
Niye halâ görüşüyoruz ki?
(Görüntü medyadan.)

Gülen cemaati AKP hükümetinin ilk on yılında Türkiye'yi İslâmlaştırılma ve milli duygulardan arındırma operasyonunun merkezindeydi. Bu yeni Türkiye bir neo-Osmanlı rüyasıyla uyutularak Ortadoğu'da ABD emellerinin uygulayıcısı ve aynı zamanda kurbanı olacaktı. Eğer Gülen'i Erdoğan'ın dönüşümünden önceki AKP ile özdeşleştirirsek, Gezi Türk halkının Gülen'e en büyük isyanıydı- o dönemde şahsına değilse bile temsil ettiği herşeye. Artık Erdoğan kendisi Gülen'in yeminli düşmanı hâline geldiğine göre Gezi hareketiyle barışmasından daha doğal birşey olamaz. Zaten zamanında Gezi hareketini bastırmak için çaba göstermiş birçok görevli- o günkü İstanbul valisi Avni Mutlu dahil- FETÖ zanlısı olmadı mı? Gezi olaylarının "destan yazan" polisleri de aynı gerekçeyle ince ince ayıklanmadı mı? Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan herkesin yaşadığı, herşeyin son derece açık olduğu bir tarih parçasını baştan yazarak Gezi'yi Gülen'e maletmeye çalışıyor, hatta daha ileri giderek Gezi'yi
Gezi Atatürk'ün ulusunun AKP dinciliğine
direndiği spontane bir hareketti.
(Görüntü medyadan.)

bir ihanet süreci olarak yorumluyor. Bence bu, olabilecek herhangi bir yeni ayaklanma fikrine karşı gözdağı vermenin otoriter Erdoğan yolu, ama çok mantıklı bir yol değil; nihayet Gezi olaylarına nüfusun çok büyük bir kısmı katılmıştı ve bu insanların hepsi pekalâ hatırlıyor ki motivasyon özgürlük ve yurtseverlikti ve Gülen'in empoze etmeye çalıştığı uyuşuk mistik saçmalıklara da, yabancı bir süpergüce tapınmaya da karşıydı. CHP'nin nedense ilişkilendirmeye çalıştığı ayrılıkçı Kürt davasıyla da alâkası olmadığını yeri gelmişken belirteyim.

Şu noktada gittikçe otoriterleşen, halkın yarısını gücendirirken diğer yarısının ayranını kabartan bir Cumhurbaşkanımız, ABD'nin de icazetiyle Suriye'deki rejimi devirmek uğruna ölen askerlerimiz, Libya'da oradaki rejimi devirtmemek için ölen askerlerimiz, ve bir de tekleyen bir ekonomimiz var! Anneler ve babalar ülkenin birliği uğruna gerek yurtiçinde PKK'ya, gerekse sınırlarımızın ötesinde PYD/YPG'a karşı mücadele eden evlatlarını kaybetmeyi kabullendiler; uzak çöllerde daha soyut amaçlar için ölmelerini o kadar kolay hazmedemiyebilirler. Fütuhatçı Osmanlı şanına özlemin o kadar güçlü olduğunu sanmıyorum.

Suriye topraklarında Suriye "rejiminin" saldırısında şehit olmuş askerimiz.
(Görüntü medyadan.)

Bu yazının orijinali 27 Şubat 2020'de "Old Habits Die Hard" başlığıyla İngilizce olarak yayınlandı. Ertesi sabah haberlerde Suriye "rejim" ordusunun hava saldırısında 33 askerimizin şehit olduğu haberi geçiyordu. "Kanlarını yerde bırakmamak" adına karşı saldırıya geçen TSK kendi verdiği bilgilere göre yüzlerce "rejim askerini etkisiz hâle getirdi". Harekâtın adı bugün "Bahar Kalkanı" olarak kondu ve devam ediyor.