13 Mayıs 2014 Salı

ESKİ ASKERLER

TÜRKÇE
For English see: "Old Soldiers Never Die", 13 May-Mayıs 
2014.

"Eski askerler asla ölmezler- sadece solup giderler."- Gen. Douglas MacArthur.[1]

Nahit Özgür, 1920-2014
(Görüntü aile albümünden.)

Bu blog'a yazmaya bir süredir ara vermiştim. Bir taraftan ülkeyi idare edenlerle çatışan değişik gruplar, bir taraftan ülkeyi idare edenlerin iç çatışmaları öyle karmaşık hâle geldi ki ben doygunluğa ulaştım. Sonunda gerçek işime, ilgilerime yoğunlaşamadığım için kendime kızmaya başladım- çizgi filmciyim ve artık kalemime kâğıtlarıma pek seyrek dokunabilir olmuştum. Son makalemin İngilizcesi yarım kaldı zaten.

Emekli subay olan babam da doygunluğa ulaşmıştı artık. Hükümetin politikalarını senelerdir sesli bir şekilde eleştirirken 30 Mart 2014 seçimlerinde oy vermeye gitmedi bile. Kendini çok güçsüz hissettiğini söylüyordu. Seçimler de ona moral verecek, yaşama isteğini arttıracak bir şekilde sonuçlanmadı. Onu öyle görünce ben de kalem kâğıdıma döndüm.[2] Fakat babamınki ilgisizleşme değil, derin bir hüzün ve yılgınlıktı. Sık sık "artık yolun sonuna geldim" diyordu, "zaten herşeyin tadı da kaçtı" diye ilave ediyordu. 11 Nisan 2012 gecesi ambulansla hastaneye kaldırdık, o geceyi İstanbul GATA'nın acil servisinde, onun yanında geçirdim. Ertesi sabah hastaneye girişi yapıldı. Emekli Orgeneral olduğu için generaller bölümünde özel bir oda tahsis edildi hareket edecek gücü olmadığı için artık ne özel banyodan, ne de geniş alandan istifade edebildi. Yalnız refakatçi için bir yatak olması, onun yanında kalmakta israr eden 91 yaşındaki annem için bir rahatlık oldu. Ona iyi bakıldı, rütbesinin gerektirdiği saygıyı gördü, ama artık ne bedensel gücü, ne de fazla bir yaşama isteği kalmıştı. 16 Nisan'da yoğun bakıma alındı.

Bu arada Balyoz "kumpası" kurbanlarından Deniz Kurmay Albay Murat Özenalp 26 Nisan 2014'te tutuklu bulunduğu Mamak Cezaevi'nde açık görüş sırasında ailesiyle beraberken beyninde oluşan damar tıkanması (emboli) nedeniyle fenalaşınca Ankara GATA'ya kaldırılarak yoğun bakıma alınmış.

Deniz Kurmay Albay Murat Özenalp,
eşi Sema, oğlu Batu ve kızı Duru ile. 
(Görüntü medyadan.)


Balyoz davası 21 Eylül 2012'de karara bağlanmış, 9 Ekim 2013'te Yargıtay 88 hükümlünün mahkûmiyetini bozmuş, 237'sininkini onamıştı.
 


Yeni Akit, 10 Ekim 2010.
Senelerdir vatanlarına hizmet etmiş olan subaylarının "rütbelerinin söküleceği" fikri "yandaş" Yeni Akit
gazetesini ziyadesiyle mutlu etmiş.





Bu blog'daki makalelerin çoğu bir şekilde Balyoz davasına atıf yapar.
Bkz.: "Balyoz", 6 Eylül 2012, "Balyoz Hükümleri", 22 Eylül 2012, "Balyoz Kararlarına Tepki", 26 Eylül 2012, "Balyoza Balyoz", 5 Şubat 2013, "Artık Sessiz Olamayan Çığlık", 3 Ocak 2014, "Hatasız Kul Olmaz", 12 Şubat Çarşamba.

Babamı hastanede her gün ziyaret ettim. Gerçi bir camın arkasından birkaç dakika bakabiliyordum sadece, çoğu zaman da uyuyordu. Onu uyanık ve şuurlu gördüğüm son gün 23 Nisan 2014'dü; ona camdan el salladım, o da bana el salladı- ama kim olduğumu tanımamış olmalı, zaten gözleri çoktan zayıflamıştı. Bir görevli ona eğildi ve el sallayanın oğlu olduğunu söyledi, yüzünde bir hayret ifadesi belirdi. Sevinmişti herhâlde! 

Geçen sene 23 Nisan'ı nasıl farklı geçirmiştim. Eşim ve ben Ankara'da "Milli Merkez Kurultayı"'na katılmış, sonra gelip babama ve anneme anlatmıştık. Bkz. "23 Nisan ve Milli Merkez", 2 Mayıs 2013. Bu sene bambaşka bir havadaydık, babamın sönüp giden hayatı, annemin yaşadığı sıkıntı düşüncelerimi doldurmuştu. El sallamama karşılık vermesini  ve o son göz temasını babadan oğula bir çocuk bayramı hediyesi sayıyorum. Ertesi gün suni solunuma bağlandı ve gördüğüm zaman uyuyordu. Bir daha uyanık gormedim. 

Hem Albay Özenalp hem de babam 1 Mayıs 2014'de bu hayata veda ettiler. Bana verilen ölüm belgesine göre saat sabah 6:40'da herşey bitmiş; günün en güzel vaktinde. Basına göre Albay Özenalp aynı sabah 11:00'de yaşayanların dünyasından ayrılmış.

Gerçekten çok üzüldük. Küçüklüğümden beri babam benim için heykelsi, yüce bir figürdü. Gururluydu, vatanseverdi ve sarsılmaz bir dürüstluğü vardı. Örnek bir babaydı, ne var ki erişilmesi çok zor bir örnek! 

Babamın silahlı kuvvetlere hizmeti Ağustos 1975'e kadar sürdü. Son görevi Milli Güvenlik Kurulu genel sekreterliğiydi. Babam sekiz sene Bükreş Büyükelçisi olarak ülkesine hizmet etmeye devam etti. O hizmeti 1984'te bitti, yani tam otuz yıl önce. Fakat ondan sonra da faal kalmaya, kendi birikimlerini ülkesinin hizmetine sunmaya çalıştı, Encümen-i Daniş, Türkiye Emekli Subaylar Derneği, Mustafa Kemal Derneği gibi gruplara üye oldu, Dünya Muharipler Federasyonu'nun (WFA [3]) yurtdışındaki toplantılarına katıldı. Fakat hiçbir resmi gücü olmayan bu gruplara üye olmak, ülkesinin karanlığa gidişi karşısındaki güçsüzlük duygusunu gideremezdi. Ergenekon, Balyoz, casusluk ve benzeri davalarda genç meslekdaşlarının iftiralarla, sahte delil ve yalancı şahitlerle tutuklanıp hapsedilmesini eli kolu bağlı seyretmek durumunda kaldı ve yavaş yavaş bir yılgınlığa, melankoliye kaydı. Her zaman çok güvendiği Türk milletinin kendini AKP'nin ve Cemaat'in neo-Osmanlı köktendinciliğine kaptırarak Atatürk'ü unutmasını bir nankörük, bir ihanet sayıyordu. NATO yılları süresince ABD'ye güvenmiş, Amerikalı subaylar ve aileleriyle sıcak ilişkiler kurmuşken ABD'nin lâik Türkiye Cumhuriyeti'ni dönüştürmek için çirkin bir operasyonla kendi genç meslekdaşlarını adi suçlu seviyesine düşürebilmesi de sindirmesi zor bir kalleşlikti.

Hollywood yapımı bir savaş filminden bir kare gibi: ABD henüz dostken ve Hitler'e karşı savaşırken bu genç Türk subayları Amerika'da uçuş eğitimi aldılar.  Yer: Blackland askeri havaalanı,  Waco, Texas. Yıl: 1943. Soldan sağa: babam Yüzbaşı Nahit Özgür, Yüzbaşı Baki Gegin, Üsteğmen Nusret Şenkon, ve Üsteğmen Zaim Ertan. Babam (en sol) ve Zaim Ertan (en sağ) bu fotoğraf çekildikten bir müddet sonra bir B-25 Mitchell ile uçuştayken düşmüşler; bayılan babamı Zaim Ertan yanan enkazdan kurtarmış. Bugün, yetmişbir yıl sonra, Zaim Ertan'ın dul eşi ve kızı bizi zor günümüzde yanlız bırakmıyorlar.

Babam Ergenekon "dalgalarında" ve düzmece yargılama süreçlerinde hiç tutuklanmadı, soruşturmaya uğramadı ama üyesi olduğu derneklerden, katıldığı toplantılardan tutuklanan ve hapsedilen arkadaşları
oldu- zaten o dernekler ve arkadaş grupları zaman zaman "yandaş" basının diline düşüyordu. (O zamanlar hem AKP hem de Cemaat basını "yandaş basın" tanımlamasına giriyordu.) 


 Babam
Encümen-i Daniş toplantısından çıkarken,
Ocak 2009.
O sırada 89 yaşındaydıç
(Görüntü medyadan.)


Babam AKP hükümetini yine de işkillendirmiş olmalı ki geçen yaz başında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan "silahlı terör örgütüne üye olma" şüphesiyle telefonunun dinlenmiş olduğuna dair 31 Mayıs 2013 tarihli bir yazı geldi. Belgeye göre dinleme kararı 28 Aralık 2007'de alınmış, 31 Nisan 2013'"te de "soruşturma sonunda kovuşturmaya yer olmadığına" karar verilerek kayıtlar imha edilmiş. Bundan anladığıma göre babamın telefonu beş yıldan uzun bir süre dinlenmiş. Dinleme kararı alındığında babam 86 yaşını geçmişti, terör örgütü üyesi olmadığını anladıkları zaman da 93 yaşını yarılamıştı. Belki de ilerlemiş yaşı, güçten kuvvetten düşmüş olması ve işitmesinin iyice azalması sebebiyle onunla uğraşmaktan caydılar.

 
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan babama gelen, "terör örgütüne üye olma" şüphesiyle  5 sene boyunca telefonunun dinlenmiş olduğuna dair yazı. Nedense babamın adına bir de "Ahmet" eklenmiş, onu nereden yakıştırdıkları belli değil! (Lüzumsuz telefonlara meydan vermemek için telefon numarasını karaladım.)

Hükümet ve onun karşısındaki değişik direniş grupları bir zamandır 1 Mayıs'ta bir çatışmaya hazırlanıyordu. En büyük meydan okuma ne sosyal sorunlarla ilgiliydi, ne lâiklik, ne milliyetçilik, ne işçi hakları, ne de Kürtlerin bağımsızlık istekleriydi; bunların hepsi vardı darmadağın olmuş direniş hareketleri içinde, ama en büyük meydan okuma 1 Mayıs'ı Taksim meydanında kutlama hakkıydı. 

Türk hükümetleri hiçbir zaman Taksim'de yapılan gösterilerden memnun olmamışlardır, ama Gezi direnişinden beri AKP hükümetinde Taksim'e karşı bambaşka bir paranoya oluştu. Bkz. "Taksim Gezi Parkı", 31 Mayıs 2013, "Her YerTaksm", 2 Haziran 2013, "Gezi Yılını Kapatırken", 27 Aralık 2013. Evvelden de olduğu gibi bu sefer de Taksim'de gösteri yapmak valilik tarafından yasaklandı. Birçok grup hükümet cephesinden gelen bu karara uymayacaklarını haftalar öncesinden belirtti. Yine geçen seneki gibi olaylı bir gün geliyordu. (Bkz.: "Bugün 1 Mayıs", 1 Mayıs 2013.) İlginçtir ki İşçi Partisi bu meydan okumaya katılmayarak Kadıköy'de toplanmak üzere resmi izin aldı. 1 Mayıs'çılar İstanbul'un iki yakası arasında bölündüler. Meselâ HKP (Halkın Kurtuluşu Partisi) Taksim cephesini seçti. Daha radikal devrimci DİSK ve KESK Taksim'e yönelirken Türk-İş ve Kamu-Sen Kadıköy'ü tercih etti. Ayrı bir Kürdisan'ı savunan HDP aynı ideale sıcak bakan AKP'ye karşı sesini Taksim'de yükseltirken Kemalist TGB Kadıköy'deydi. TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği), TTB (Türk Tabipler Birlği) Taksim'e, ADD  ve DSP Kadıköy'e gitti. CHP Taksim yakınında Beşiktaş'ta yerini aldı. 

Babam o sabah ölmüştü, işlemler için GATA'ya gitmem gerekiyordu. Beni bir akrabam arabasıyla götürüyordu ama Kadıköy'e yürümek için toplanan 1 Mayıs'cılar yolu tıkadığı için arabadan inip kalabalığın arasından yürüyerek devam ettim. Böylece 1 Mayıs havasını ucundan tattım, ama bu sefer kendimi olan bitenden kopmuş hissediyordum. Babam gitmişti ve sanki herşey anlamsızlaşmıştı. 

Kadıköy'deki izinli gösteri olaysız geçerken Taksim'de, Beşiktaş'ta, Şişli'de, Çağlayan'da ve ülkenin birçok yerinde o alıştığımız biber gazı, basınçlı su, itişme, kakışma, kafalara isabet eden gaz kapsülü görüntüleri tekrarlandı. Gün 90 yaralıyla bitti. Babamı kaybettiğim gün böyle bir gün oldu işte!

 
Okmeydanı, İstanbul.
(Görüntü medyadan.)

 Gezi Parkı basamakları, İstanbul.
(Görüntü madyadan.)

 Şişli, İstanbul.
(Görüntü medyadan.)

 Kızılay Ankara.
(Görüntü medyadan.)

 Basmane, İzmir.
(Görüntü medyadan.)
Babamın bizden ayrıldığı gün: Türkiye'den 1 Mayıs görüntüleri.

Babam o geceyi İstanbul GATA'nın morgunda geçirdi, Albay Murat Özenalp ise Ankara GATA'nın morgunda. Biz yaslıydık, çünkü babamı ne kadar özleyeceğimizi biliyorduk. Ankara'da Özenalp ailesi de aynı sebepten yaslıydı, ama bunun ötesinde albay gençti, çocukları erken yaşta babasız, eşi erken yaşta dul kalmıştı. Üstelik isyandaydılar; büyük bir haksızlık yapılmış, Albay Özenalp yok yere ailesinden kopartılmış, suçlu durumuna sokulmuş, kariyeri mahvedilmişti.

Vefat ilanları 1 Mayıs olaylarının haberleri ve görüntüleriyle dolu gazetelerde çıktı.

Sözcü, 2 Mayıs 2013.
Gazın eykisine karşı gözlerine limon sıkılan çocuklar. Görüntüler Beşiktaş'tan; yasaklanan Taksim meydanı bile değil. Küçük resimde de başına gaz kapsülü isabet etmiş bir çocuk var. 

 
 Aynı gazetenin 14üncü sayfasından: aralarında nesiller farkı olan silah arkadaşları
son yolculukta karşılaştılar

Albay Özenalp'in naaşı bir ön törenle saat 11:00'de Ankara GATA'nın morgundan alınmış. Babamınki İstanbul GATA'dan saat 14:00'de aynı şekilde alındı.

Albay Özenalp için asıl tören 14:15'te Ankara Kocatepe Camii'nde yapıldı. Devlet törenleri geleneksel olarak orada yapılır; mahkûmiyetine rağmen Silahlı Kuvvetler albayını onurlandırdı, rütbesinin gereği olan askeri töreni yaparak bir anlamda Silivri hakimlerinin hükmünü tanımadığını belli etmiş oldu.

Albay Murat Özenalp'in ailesi 2 Mayıs 2014'te Ankara Kocatepe Camii'nde cenaze töreninde. Takım elbiseli uzun saçlı delikanlı albayın oğlu Batu Özenalp, başındaki kepte babasının görev yaptığı geminin adı ve numarası var (TCG  Gökova F 496).  Albayın küçük kızı Duru Özenalp ön planda ağlıyor. Oğlunun sağ omzuna yakın yüzünü kapatan hanım albayın eşi Sema Özenalp, sol omuzuna yakın elini kalbinin üzerine koymuş olan ise annesi Saniye Özenalp'tir.
(Görüntü medyadan.)

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Bostanoğlu da oradaydı. Devletin sözde adaleti karşısında TSK'nın kendi askerinin yanında durması olarak yorumlanabilecek bu durum, törendeki kalabalık için gecikmiş ve yetersiz bir jestti. Oramiral Bostanoğlu ve erkânı halkın tepkisiyle karşılaştı, Kocatepe Camii'nin avlusundan "Mustafa Kemal'in Askerleriyiz", "Gün Gelecek, devran dönecek", ve hatta "katil Erdoğan" sloganları yükseldi. Eğer TSK hüküm giymiş subayı kuvvet komutanının da katıldığı bir askeri törenle onurlandırarak AKP-Cemaat yargısına karşı belirgin bir tavır alıyorsa, halk ordunun tavrını yetersiz bulduğunu başkentin ortasından beri haykırarak daha da belirgin bir tavır koydu. Haksız yere hapse atılan, adalet dışı bir şekilde yargılanan subaylarımız için tutuklu subayların aileleri her hafta "Sessiz Çığlık" eylemleri gerçekleştiriyorlardı, mahkeme salonlarının ve Silivri "toplama kampının" önünde de halk tekrar tekrar toplanmış, seslerini yükselmişti.[4] Ama bu sefer halk, başkentin ortasında, hükümetin taraflı yargısına karşı duramadığı için TSK komuta kademesine karşı haykırıyordu ve bu yeni bir şeydi! Ertesi gün 3 Mayıs'taki Sessiz Çığlık eylemlerinin teması da Albay Murat Özenalp'in haksız tutukluluğu ve hapishanede ölümüydü. Sessiz Çığlık eylemleri normalde kibar, neredeyse bir kokteyl havasında geçerken bu sefer Beşiktaş'taki eylemciler eylemlerini Barbaros bulvarında trafiği "Özgürlük! Özgürlük!" haykırışlarıyla dakikalarca keserek bitirdiler.  

Babamın töreni albayınkinden iki saat sonra 16:15'te 1. Ordu Komutanlığı'nın bulunduğu İstanbul Selimiye Kıışlası'nın avlusunda başladı. Ülkesi için, haksız yere tutuklanmış subaylar için senelerdir yüreği kan ağlamış olsa da medyatik bir figür olmadığından babam için yapılan törenin de medyanın dikkatini çekecek bir yönü yoktu. Silahlı kuvvetler babamın başarılı askerlik hayatına, vatanseverliğine, faziletine lâyik bir tören yaptı. Bandolu, şeref kıtalı tören kaybımızı kabullenmemizi kolaylaştırdı. 




Babam silahlı kuvvetleri çok sever, çok güvenirdi.  Silahlı kuvvetler de onu uğurlarken gereği gibi onurlandırdı.
(Görüntüler askeri fotoğrafçıların objektifinden.)

Tören sırasında babamın bayrağa sarılı tabutu savaş sahnelerinden oluşan bir rölyefin önünde bir katafalka kondu. Rölyefin tam ortasından Atatürk'ün yüzü tabutun üzerinden beri bize bakıyordu. Annem duygularına hakim olmak için gereken gücü Atatürk'ün bakışından aldığını söylüyor. Sözleri şöyle: "Atatürk'ün yüzü müthiş bir güç yayınlıyordu. Sanki bana 'dik dur' diyordu. Ondan güç aldım."[5]

 Atatürk'ün anneme güç veren büstü.
(Görüntü askeri fotoğrafçıların objektifinden.)

Albay Özenalp Ankara'da Karşıyaka mezarlığında toprağa verildi. Babamsa kendi vasiyetine uyun olarak Edirnekapı Hava Şehitliği'nde çok sevdiği havacıların arasına, eski silah arkadaşı Reşat Mater'in yanına defnedildi. Mezarlığın girişindeki haşmetli kartal heykeli bekçiliğini yapıyor. Atatürk Hava Limanı'na inen ve oradan kalkan uçaklar hemen hemen üzerinden geçerek eski havacıya neredeyse aralıksız bir ağıt yakıyorlar. 
 Edirnekapı Hava Şehitliği'nin girişindeki anıt: bu noktada durup sağa bakarsanız Reşat Mater'in ve onun yanında babam Nahit Özgür'ün mezarlarını görürsünüz. Ama biliyorum ki babam orada değil- o uçuyor.
(Görüntü kendi objektifimden.) 

Org. Reşat Mater'in kabri, 
onun hemen yanındaki üstü çiçekli toprak kabartı babamın bedeninin yattığı yerdir.
Yukarıdaki resimdeki anıt arkada görünüyor.
(Görüntü kendi objektifimden.)

Aynı zamanda bkz.: Esin Desen"Ne Zaman Olsa Çok Erken" 24 Mayıs 2014.

[1] 2. Dünya Savaşı yıllarında Japonya'ya karşı savaşan komutan Gen. Douglas MacArthur bu sözleri 19 Nisan 1951'de yaptığı veda konuşmasında söylemiş. Kore birliklerinin başkomutanıyken başkan Truman tarafından görevden alınmıştı. Sözler MacArthur'a atfedilse de aslında kendinin değil; general kışlalarda söylenen nükteli bir asker şarkısına gönderme yapmaktadır:

"Eski askerler asla ölmez.
Asla ölmez, asla ölmez,
Eski askerler asla ölmez
Sadece solup giderler.

"Eski askerler asla ölmez.
Asla ölmez, asla ölmez,
Eski askerler asla ölmez
Genç olanlar 'keşke' der."

[2] .O sırada yaptığım çalışma için burayı tıklayınız.

[3] WFA: World Veterans Federation.  

[4] Sessiz Çığlık için bkz.: "Vardiya Bizde", 6 Kasım 2012, "Balyoza Balyoz", 5 Şubat 2013, "Çığlık Atılası", 12 Şubat 2013, Çocuklarını Yiyen, 19 Şubat 2013, "Sessiz Çığlık'tan bir Ses", 30 Eylül 2013, Artık Sessiz Olamayan Çığlık, 3 Ocak 2014. Silivri Ceza İnfaz Kurumu önünde toplanan kalabalıklar için bkz.: "Silivri", 18 Aralık 2012, "Silivri", 18-02-2013, 25 Şubat 2013, "Yine Silivri'ye", 29 Mart 2013, "Provokasyon: Silivri 8 Nisan", 13 Nisan 2013, "Silivri'de Sıcak Bir Gün Geliyor", 3 Ağustos 2013, "Demir Dağ Eriyor mu Ne?", 12 Mart 2014.

[5] Annemin Atatürk ile ilgili bir anısını kendi ağzından dinlemek için bkz.: "10 Kasım Vesilesiyle Annem bir Anısını Paylaşıyor", 8 Kasım 2012.

OLD SOLDIERS NEVER DIE

ENGLISH
Türkçe için bkz.: "Eski Askerler", 13 Mayıs 2014.

"Old soldiers never die- they just fade away."- Gen. Douglas Mac Arthur .[1]

Nahit Özgür, 1920-2014
(Image from family album.)

It has been a long while since I last wrote in this blog. I felt burned out by the squabble between the rival factions not only opposing the state, but within the state itself. I felt genuinely angry at not being able to concentrate on the work I do best and enjoy the most, which is animation. At the time of writing this, the English version of my last article is still incomplete.

My father, a retired officer, seemed also burned out. So vocal for so long in his criticism of the government, he did not even go to vote in the recent local elections of March 30th 2014, claiming he felt too weak. The outcome of the elections did nothing to bolster his strength or his morale. My father's apparent disinterest moved me to spend more time at my animation disc, neglecting this blog![2] But it's not growing apathy that was ailing the kindly old man, it was deep sorrow and despair. "My time is approaching" he said more and more frequently; adding that the charm had gone out of everything anyway. On the evening of April 11th we had to take him to hosptial. I spent the night with him in the emergency ward of the Istanbul branch of GATA, the Gülhane Military Medical Academy hospital.[3] He was admitted into the hospital the next day, given a comfortable private room because he had retired with a high rank and the hospital was a military hospital. He was too weak to move, so he couldn't make much use of the space, nor the private bathroom, but my mother, who was accompanying him, had an easier time of it. He received the care and respect due to his rank, but the flesh was weak and the soul perhaps no more so willing. He was moved to intensive care on April 16th. 

Meanwhile, navy captain Murat Özenalp, one of the many officers convicted to 16 years in the "Sledgehammer frame-up, collapsed while seeing his visiting family at Mamak Prison, Ankara, on April 26th, 2014. He was suffering from cerebral embolism (blockage of a vein in the brain). He was taken, unconscious, to the intensive care unit of the Ankara branch of GATA.  

Naval Capt. Murat Özenalp
with wife Sema, son Batu and daughter Duru.
(Image from the media.)

The "Sledgehammer" case was one of several based on fabricated evidence, employing the services of corrupt prosecutors and judges to discredit and dismantle the armed forces. It was concluded on September 12th, 2012, with hundreds of convictions. The Court of Appeals (Yargıtay) reversed 88 of the verdicts on October 9th, 2013, ratifying the remaining 237 convictions.



Yeni Akit, October 10th, 2013.
This pro-AKP newspaper
gleefully announces that
the generals convicted
in the "Sledgehammer" case
will be "stripped of their ranks".
The enthusiastic headline reads
"Now they are not even corporals."
 


Most articles in this blog make reference in one way or another to the "Sledgehammer" (Balyoz) coup plot allegations; see "The Sledgehammer", 6 September-Eylül 2012, "Sledgehammer Verdicts", 22 September-Eylül 2012, "Reacting to the Sledgehammer Verdicts", 26 September-Eylül 2012, "Hammering the Sledgehammer", 5 February-Şubat 2013, "A Not-So-Silent Scream", 3 January-Ocak 2014, "To Err is Human", 26 January-Ocak 2014.

I visited my father every day, seeing him through a window for a few minutes only each time. Most of the time he was asleep. The last time I saw him conscious was on April 23rd, the "Children's Holiday", my favorite of the holidays of Ataturk's Republic, so loved by my father, so threatened by Erdoğan's AKP and Fethullah Gülen's Cemaat. April 23rd commemorates the founding of the parliament in 1920, in the middle of the War of Independence. My wife and I had been so active that day last year. See: "April 23rd and the National Center", 2 May-Mayıs 2013. This year my mind was full of my father's waning life, my mother's despair, and little else. That day, my father saw me waving and waved back; he couldn't tell who I was until an attendant told him, then I saw his face register surprise. That wave, that eye contact, was his "Children's Holiday" gift to his son. When I went there again, he was unconscious and they were administering artificial respiration. April 23rd was our goodbye!

Both capt. Özenalp and my father died on May 1st, 2014. I received the phone call at around seven in the morning of a beautiful spring day. The official time on the death certificate is 6:40. According to the press, Capt. Özenalp died at 11:00 the same morning.

We were indeed very sad; my father has always been such a heroic figure for me, proud, patriotic, and uncorruptable. He was a hard example to live up to, a tough act to follow! 

My father's active service to the Turkish Armed Forces had lasted until August 1975, he was retired at the rank of Full-General, his last assignment being General Secretary of the National Security Committee (MGK, Milli Güvenlik Kurulu).  My father served his country for a further eight years as ambassador to Romania. That ended in 1984, exactly thirty years ago. My father tried remained active for several years through his membership in the national  and, in connection to that, the World Veterans' Association, as well as various national societies and groups for intellectual political discussion.[4] But joining these groups with no real power did little to console his sense of impotence before the practices of the AKP Government. Those practices included the unfair treatment of officers in the Ergenekon, "Sledgehammer", Espionage and other allegations that were pretexts for massive witchhunts aimed at clearing the way for the dismantling and transformation of the Turkish Republic. Year by year he slipped into melancholy. He felt betrayed by the Turkish people, in whom he had so much confidence, betrayed by the large numbers so ready to forget Ataturk's principles in favor of the AKP's and Fethullah Gülen's neo-Ottoman fundamentalism. Having served for so many years in NATO during the cold-war years, in course of which sincere friendships were cultivated with US officers and their families, he felt betrayed by the US as well.[5]  


Not a frame from a war flick: four dapper Turkish pilots receiving training at Blackland Army Airfield in Waco, Texas in 1943. From left to right, my father Capt. Nahit Özgür, Capt. Baki Gegin, Lieut. Nusret Şenkon and Lieut. Zaim Ertan. Days of positive relations and mutual trust even before the NATO era, almost embarassing today in view of the machiavellian intricacies of the Greater Middle East Project for which the US has been stabbing its ally in the back! 
Not long after  this picture was taken, my father (extreme left) and Lt. Ertan (extreme right) crashed during their last training flight on a B-25 Mitchell. Lieut. Ertan pulled my father out of the flamng wreckage. Today, his widow and daughter are giving us strong support in our grief.
(Image from family album)

My father was never arrested in the witchunts, though some members of his groups were, and the groups were often targeted by the "collaborationist" press, as the
pro-government and pro-Gülen press is known.[6] 

My father leaving
the meeting of
one of his groups 
(Encümen-i Daniş)
in January 2009.
He was 89 years old at the time.
(Image from the media.)

But the AKP state must have had its eyes on him as well; we received a letter from the State Prosecutor dated May 31st 2013 informing my father that his phone had been tapped by court order on suspicion of "membership in a terrorist organization"- probably meaning Ergenekon, invented to create an excuse for the roundup of patriots. The prosecutor's order for the tapping was dated December 28th 2007. According to the document, they could find nothing incriminating and had resolved to terminate the tapping and destroy the data. Apparently, the state had eavesdropped on my father for over 5 years. He was 87 years of age at the start of the tapping, and going on 93 when they decided to call it off. I imagine the fact that my father had grown old and frail and was hard of hearing had something to do with the fact that they did not press on.

State prosecutor's letter to my father, saying the state had eavesdropped on him on suspicion of "membership in a terrorist organization" for over 5 years. For some reason the prosecutors' office added an extra name "Ahmet" to my father's name. (I blotted out the phone number to avoid unpleasant phone calls to my family.)

The government and various factions had been gearing up for a confrontation on Mayday; the main bone of contention was the right to use Taksim Square for the demonstration, rather than what they were demonstrating for. The various Turkish governments have never been happy with demonstrations at the very central Taksim square, but the AKP has developed total paranoia after the Gezi uprising. See: "Taksim Promenade Park", 31 May-Mayıs 2013,  "Everywhere is Taksim", 2 June-Haziran 2013, "Promenade Park Uprising Continued", 5 June-Haziran 2013, and  "Closing the Gezi Year", 23 December-Aralık 2013. As before, the Governor of Istanbul declared Taksim out of bounds for demonstrations. The government and the resisting groups had been getting ready for a showdown for weeks. It was promising to be as explosive as last year's Mayday, well before the Gezi uprising carried the name of Taksim square to the world. (see: "Mayday Today", 1 May-Mayıs 2013). Many groups chose to challenge the government's decision.[7] Interestingly, the Labor Party (İşçi Partisi) chose not to challenge the government on this, obtaining official permission to hold its rally in Kadıköy.[8] 

My father had died that morning and I had to go to the hospital for the formalities. As my cousin's husband drove me to the hospital, we found the roads leading to GATA blocked by crowds of Mayday demonstrators on their way to Kadıköy. He dropped me off, and I had to wind my way through the crowds, feeling strangely distanced from the events. My father was gone, and nothing seemed to matter.

The demonstrations in Kadıköy went peacefully, but there was the expected pushing, shoving, gas and pressurized water in Taksim square, Beşiktaş, Şişli and Çağlayan in Istanbul, as well as various places in other cities. There were 90 wounded by the end of the day, and well over a hundred arrests. Such was my country the day my father departed!

Girl hit by gas cartridge, Okmeydanı, Istanbul.
(Image from the media.) 

 The Gezi Park steps, Taksim, Istanbul.
(Image from the media.) 
Şişli, İstanbul.
(Image from the media.)

Kızılay, Ankara.
(Image from the media.)

Basmane, İzmir.
(Image from the media.)
The day my father passed away: Mayday confrontations in Istanbul and elsewhere..

My father spent that night in the morgue of GATA in Istanbul. Capt. Murat Özenalp, father of two, spent that night in the morgue of GATA in Ankara. We were grieving because we knew how much we would miss my father. The family of the captain was grieving for similar reasons, but on top of that Capt. Özenalp was still young (he was 49, my father 94) and had left his two children fatherless and his wife a widow far too early. The were also angry and indignant because of the injustice done to him.

The obituary notices appeared in papers headlining the Mayday clashes and and confrontations.


Page one of Sözcü, May 2nd 2014, showing close-ups of children being administered lemon on their eyes against the effects of gas. The photos were taken in the Beşiktaş area of Istanbul- not even the contested Taksim! Below there is a smaller photo of a boy in Ankara who has received a gas cartridge in the head.

 Page 14 of the same issue of Sözcü (May 2nd).
Brothers in arms generations apart meet on their final journey.

Capt. Özenalp's body was taken from GATA, Ankara, with a preliminary military ceremony at 11:00. 

My father's body was taken from GATA, Istanbul, with similar military ceremony at 14:00.

The ceremony for Capt. Özenalp started  at 14:15 at the Kocatepe mosque, Ankara, the normal venue for state funerals. In spite of his conviction, the Armed Forces did not fail to honor one of its own, providing the normal military honors. 

Captain Murat Özenalp's family, relatives and friends at the funeral at Kocatepe mosque, Ankara on May 2nd, 2014. The long haired boy in the suit wearing a cap is his son Batu Özenalp; the cap bears the name and number of the ship on which his father had served (TCG Gökova, F-496). The crying little girl in the front is the captain's daughter Duru, who had always been told his father was on a "secret mission".  The captain's wife, Sema Özenalp, is next to her son's right shoulder, hiding her face. Next to Batu's right shoulder with her hand on her heart, is Saniye Özenalp, the mother of the deceased.
(Image from the media.)

Admiral Bülent Bostanoğlu, Commander-in-Chief of the 
Navy, was there personally. This could be interpreted as the Armed Forces finally making a stand for one of its own, against the supposed justice of the state, but for the attending crowds it was too little too late. Admiral Bostanoğlu and his staff were greeted with jeers, challenged to abandon their posts. The crowds chanted the usual slogans "we are Mustafa Kemal's Soldiers", "the day will come, the table will turn, the AKP will account to the people", and more daringly "Erdoğan the murderer". If the armed forces was making a daring statement in so honoring an officer convicted by the AKP-Cemaat justice, the crowds were making an even bolder statement, in the heart of the capital, by demanding even more backbone. Such unequivocal and vocal support for military personnel entangled in the Ergenekon, "Sledgehammer", Espionage and related and similar witchhunts was virtually confined to the genteel "Silent Scream" demonstrations organized by tha captive officers' wives and families and the crowds gathering before Silivri prison compound outside Istanbul during important court hearings.[9] The crowds vocally protesting the military top brass in the heart of the capital for not standing up to the AKP government's underhanded chicanery is something new. The "Silent Scream" demonstrations of the following day, May 3rd, had for its theme Capt. Özenalp's captivity and death, and the demonstrators demanded a just retrial of all victims of the "Sledgehammer" allegations. At the close of the activities, the usually polite, genteel non-militant "Silent Scream" demonstrators in Beşiktaş, Istanbul, went so far as to block the traffic of the busy Barbaros boulevard for minutes, chanting "Freedom! Freedom"!

The ceremony for my father started two hours after the one for the captain, at 16:15. The lieu was the impressive Selimiye Barracks, such an imposing portion of the silhouette of the Asian side of Istanbul. Though his soul had burned in distress for his country and the unjustly accused and incarcerated officers, the old soldier was not a media figure. The Armed Forces gave him a ceremony that did justice to his distinguished career, his patriotism, his integrity. The grand exit with guard of honor and military band helped us accept our loss.


My father had great confidence in the Turkish Armed Forces, and the Forces honored him as he merited.
(Images taken by military photographers.)

During the ceremony, my father's flag-draped coffin was placed on a catafalque before a relief of military scenes with Ataturk's outsized face staring out from the center. My mother told us later that she fixed her gaze on that face to keep from breaking down, "it was as if he was telling me to stand strong" she said.[10]

 My mother says she drew her strength from the gaze of Atatürk's sculpted face, right across from where we were standing.
(Image taken by a military photographer.)

Capt. Özenalp was buried at Karşıyaka Cemetary, Ankara. My father, Ret. Gen. Nahit Özgür, was buried, as he had requested, next to his comrade Ret. Gen. Reşat Mater, at the Air Force Cemetary at Edirnekapı, Istanbul. The monument facing the entrance gate is nearby and the eagle above it is the eternal sentinel of my father's tomb. The airplanes landing in and taking off from Istanbul's Ataturk airport fly almost directly overhead at low altitude, providing an almost continuous and most fitting requiem.

 Monument at the entrance of the Air Force Cemetary at Edirnekapı, Istanbul. If you are standing at this point, you only have to look right to see the final resting places of Gen. Reşat Mater and right next to it, my father, Gen. Nahit Özgür. But I know he does not lie there- he flies! 
(Image from my own camera.)

 The tomb of Gen. Reşat Mater.
The little mound with flowers right next to it
is where the mortal remains of my father were laid to rest.
(Image from my own camera.)

See also: Esin Desen, "It's Always Too Soon",  24 May-Mayıs 2014.

[1] From Gen. Douglas Mac Arthur's  farewell speech, April 19th, 1951, after president Truman  relieved him from his position as supreme commander of allied forces in Korea. He was really quoting an old barracks song:
 “Old soldiers never die, 
       Never die, never die, 
       Old soldiers never die —
       They simply fade away. 
    
   Old soldiers never die, 
       Never die, never die,
       Old soldiers never die —
       Young ones wish they would.”
 
[2] To see what I was working on then, click here.

[3] Gülhane Askeri Tıp Akademisi. 

[4] Such as Encümen-i Daniş and Mustafa Kemal Derneği, attended by retired politicians, diplomats, officers, and assorted intellectuals. 

[5] The US plan for a new and improved Middle East in accordance with the "Greater Middle East Project", and the enlistment of Fethullah Gülen, the "Imam of Pennsylvania" on the one hand, and the AKP, prime minister Tayyip Erdoğan, and president Abdullah Gül on the other, is not even a conspiracy theory anymore. See. "Ergenekon Trials and Tribulations", 30 Ağustos-August 2013.

[6] The "collaborationist press" (yandaş basın), with allegiances to the AKP or Fethullah Gülen's "community" (Cemaat) presented a united front until the two grups fell out with each other, their differences flaring up with the "corruption and bribery" operations starting on December 17th 2013. See the last paragraphs ("Epilogue for 2013") of "Closing the 'Gezi' Year", 23 December- Aralık 2013.

[7] The challengers of Taksim included DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, the "Confederation of  Revolutionary Workers' Unions") and , as well as the TTB (Türk Tabipler Birliği, the "Turkish Union of Doctors") KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu- "Confederation of Unions of Public Workers"), TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği- "Union of Chambers of Turkish Engineers and Architects"), the opposition CHP (Cumhuriyet Halk Partisi, the "Republican People's Party") as well as the more radical HKP (Halkın Kurtuluşu Partisi, the "Party of the Liberation of the People") and the Kurdish-seperatist HDP (Halkların Demokrasi Partisi "The the "Democracy Party of the Peoples"). Some of these groups were concentrated outside Taksim, such as the CHP in Beşiktaş, but were exposed to gas and pressurized water anyway.


[8] Joining the Labor Party in the Kadıköy rally were, among others, Kamu-Sen  and Türk-İş,  nationalist alternatives to the more revolutionary KESK and DISK, , the TGB (Türkiye Gençlik Birliği, the "Union of Turkish Youth"). 

[9]  For the"Silent Scream" demonstrations see: "Now It's Our Shift", 6 November-Kasım 2012,
"Hammering the Sledgehammer", 5 February-Şubat 2013, "Makes You Want to Scream", 12 February-Şubat 2013, "Devouring his Own Children", 19 February-Şubat 2013, "A Voice from the Silent Scream", 30 September-Eylül 2013, "A Not-So-Silent Scream", 3 January-Ocak 2014. For the crowds gathering before the Silivri prison compound see: "Silivri", 18 December-Aralık 2012, "Silivri, 18-02-2013", 25 February-Şubat 2013, "To Silivri Again", 29 March-Mart 2013, "Provocation: Silivri", 13 April-Nisan 2013, "A Hot Monday Coming Up at Silivri", 3 August-Ağustos 2013,  "Ergenekon Trials and Tribulations", 30 August-Ağustos 2013.

[10] You can see my mother sharing some memories about Ataturk in "My Mother Shares a Memory on Occasion of Nov. 10th", November 8th, 2012.