17 Ağustos 2012 Cuma

RAMAZAN, 30 AĞUSTOS VE BAY İNANILMAZ- RAMADAN, AUGUST 30th, AND MR.INCREDIBLE

TÜRKÇE (For English, please scroll down)


Sıcak bir Ağustos gecesi, müslümanların Ramazan ayı. Biraz ilerideki camiden anlamadığım Arapça bir dua inleye inleye, içimi baya baya ortalığa yayılıyor. Birileri huşu içindedir mutlaka! Birkaç gün sonra bayram, bankalar yine radyolardan ve cep telefonlarına gönderilen mesajlardan bayram kredisi öneriyorlar- geçen bayramın kredi borcunu daha üç sene ödeyecek olanlar (tabii krediyle aldıkları bidolu şeyin borcu cabası) bu bayramda da saçıp savuracak parayı bulsunlar diye.

Ve iki hafta sonra bir bayramımız daha var; onun burukluğu şimdiden sarıyor içimi. 30  Ağustos, Mustafa Kemal Paşa’mızın büyük taarruzu, geleneksel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bayramı. Geçen yıl Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından iptal edilmişti hani.

 Büyük Tarruz'da süvarilerimiz

Arapların hediyesi Ramazan bayramı ferahlatmıyor içimi, egzotik bir gelenek olarak dışarıdan bakmaya çalışmak da fayda etmiyor. Bu kadar karaktersiz bir güruh anlamadığı inlemelerle huşuya girerek cennete gidebiliyorsa cennetin de bir anlamı yok demektir.

Seneler senesi bir 12 Eylül edebiyatıdır gider. Ben 1974’te İstanbul teknik Üniversitesi’ne girdiğimde anarşi dönemi başlangıcındaydı. Teknik Üniversite “solcuların” elindeydi ve eylemdi, boykottu derken derslere giremiyorduk. Parkalı solcu bir militan sınıf arkadaşım uzakdoğu tarzı tekme ve yumruk hareketlerini üzerimde denerdi. Vurmazdı ama postalı yüzüme teğet geçerdi. Sınıftan tuvalete kadar adım adım gerilemek zorunda kalırdım- alaturka tuvaletin kuburunun üzerinden aşıp sırtım duvara dayanana kadar. Sınıf arkadaşlarım bunu pek eğlenceli buluyor olmalıydı ki karışmazlardı.

1975’te Teknik Üniversiteyi de bırakarak Türkiye’den ayrıldım. Gönlüme daha yakın başka bir sahada (görsel sanatlar) eğitim alırken bir yandan ülkemin girdiği girdabı uzaktan hüzünle takip ettim. Gerçekten de terör Türkiye’yi  sarmıştı, her gün gençler birbirlerini öldürüyor, siyasiler birbirleriyle didişmekten başka birşey yapmıyorlardı.  Yurtdışında mülteci olarak kalmak artık gerçek bir ihtimal olmaya başlamıştı.

12 Eylül 1980’de darbe haberini aldım ve Türkiye’de insanların haberi sokaklarda kutladıklarını duydum. 1983’te toparlamış, iyimser bir Türkiye’ye döndüm. Darbeyi ve “darbe anayasası” referandumunu eleştirenler vardı ama ben, olmuş olanları düşünerek, çoğunu gerçekçi bulmadığım gibi bazılarının söylemlerinde bir “gizli ajanda” tadı alıyordum. Fakat genel iyimserlik içerisinde bunlara aldırmıyordum. Demokrasisi topallayan cinsten de olsa ülkemin tekrar bir geleceği vardı. Burada yaşanabilir, bir hayat kurulabilirdi; mülteci olmaya gerek kalmayacaktı.

Sonra zamanlar yavaş yavaş değişti. Askeri karalama modası yerleşikti zaten, II. Dünya Harbi filmlerindeki Nazi subaylarından Güney Amerika ihtilal görüntülerine, Vietnam sendromundan Yıldız Savaşları dizisinin “İmparatorluk” ordularına uzanan geniş kapsamlı bir anti-militer bakış yaygınlaşmış, popülerleşmiş, kullanmaya hazır bekliyordu. Kaşarlanmış solculardan zaten duyduğumuz “darbeciler yargılansın” söylemi onların taban tabana karşıtı olan dinci sağcıların da diline dolandı ve hatta katmerlendi. Her adımda inisyatifi kaptıran solcular birdenbire “Atatürkçü” oluverme ve “biz zaten hep Atatükçüydük” deme (ve buna inanma) cambazlığını becerdilerse de eski düşmanları olan askerleri korumakta fazla mütereddit ve yarım ağızlı davrandılar. Baştan beri Atatürk’ün cumhuriyetini ve ideallerini benimseyen kesimin insanları ise, seçtikleri yolun getirdiği serbestlik ve toleranslı bakış açısından olacak, rehavetlerinden zor uyandılar. İhtilalci bir bakış açısının dargörüşlü fanatizmi içinde yoğrulmadıkları için de karşılarında beliriveren ideolojik çatışmaya hazırlıklı değillerdi. Tekrar tekrar kafalarına kakılan söylemlerle düşünceleri bulandı, gün gibi sırıtan saçmalıklara işaret edeceklerine laf ebesi rakiplerinin polemiklerine takıldılar.

Mesela bir örnek: Kuran kursu polemiğinde “siz kızlarınızı bale kursuna gönderiyorsunuz biz neden Kuran kursuna göndermeyelim?” sorusuna karşılık verirken lafı evelediler, gevelediler ama “genç zihinlere anlamadığı bir metni hatmettirmenin ne mantığı var? Kuran öğrenecekse kurs önce uzun süre klasik Arapça eğitimi vermeli, o zaman da zaten birşey ezberlemeleri gerekmez, dümdüz okurlar!“ diyemediler! İş ezbere değil öğrenmeye gelince kaç kişi kursa devam ederdi bilmem ama edenler de çabaları sonunda birşeyler öğrenmiş olurlardı. 

Kocaeli'de Kuran kursu. Burslu, devlet eliyle! Kocaeli'nde bu yaz 100 000 çocuğun kaydolmasını bekliyorlarmış. Şu yüzlere bakın! Bu çocuklar anlamadıkları bir metni ezberleyecekler. İnsan olanın içi kan ağlar derdim. Başbakanımız memnundur herhalde!

Başbakan “dindar bir gençlik” idealini açıklarken “dininin gerçek tek din olduğundan nasıl o kadar eminsin ki gençliğe empoze etmeyi hak görüyorsun?” diyemediler. “Orada mıydın da peygamberin adına ‘şahitlik’ yapıyorsun ve yaptırıyorsun?” gibi can alıcı bir soruyla damardan giremediler.  (”Konuşulamayanları konuşalım” diyorlar, konuşalım gitsin o zaman!) Kişisel vicdanla ilgili bu konuların artık toplumsal hayatta yaptırıcı olmaması gerektiğini, temelde ölüm korkusunu kullanarak insanları yönlendirmek için icad edilmiş din mitoslarının- bireysel anlamda düşünmeye ve tevekküle değer olabilmekle birlikte- toplum düzeninden, mahalle baskısından ayıklanıp çıkartılmasının şart olduğunu açık açık dile getiremediler. Daha doğarken nüfus cüzdanımıza “din: İslam” diye yazıp sonra da  “Türkiye’nin %99’u Müslümandır” diye istatistikler yayınlamanın mantığa mugayyır olduğunu söyleyemediler. Eğitimde “pedagojik” reformlar yaparken ders programına “astronomi” ilave etmeyi kimse önermedi; o en kocaman, en kaçınılmaz, her gece yüzyüze gelip de yüzleşemediğimiz gerçek: Evren (Kenan değil, öbürü), dini söylemlerimizin hiçbiriyle uyuşamayan sonsuz kocamanlık! Astronomi bir zamanlar Katolik kilisesini temellerinden sarsmıştı. Astronomi kitapları bazı kitapçı raflarında duruyor da zaten az okuyan milletimizin kaçına ulaşır? Sonsuz boşluk ve zaman içindeki mikroskopik küçüklüğümüzü herkes sindiremez ama onlar sindiremiyor diye hepimizin belli bir dinin doktrinine boynumuzu eğmemiz mi gerekiyor? Oysa en hakiki mürşit ilimdir!

 Peygamberler nerede?

Ve bugüne geldik; hoparlörden ezanlara yine hoparlörden gece ayinlerinin katıldığı, herkesin çalar saatli bir cep telefonuna sahip olduğu bir zamanda sabahın köründe davulcunun gümbürtüsüyle yerimizden hopladığımız bir Ramazan. “Hepimiz Müslümanız”!  (Herkes kendi için konuşsun lütfen!) Reklamlara bakılırsa iftar sofralarımızın süsü Coca Cola bile Müslümanmış bakın! İki hafta sonra 30 Ağustos, askerlerimiz hapiste, “darbeci” subaylar tasfiye oldu, terfiler, rütbeler en gerçek darbeci olan hükümetin istek ve amaçları yönünde manipüle edildi. O bayramı yine kutlatmayacaklar. Biz şimdi neyi kutluyoruz?

İnanılmaz Aile (“The Incredibles”) diye bir Disney/Pixar filmi vardı, pek de tutulmuştu. Hatırlıyor musunuz?

Çok güçlü süper-kötülere karşı duran iyi süper-kahramanlar kurtardıkları insanlar tarafından dava ediliyordu.

Önce baş kahraman Bay İnanılmaz (Mr. Incredible) intihar etmek üzere bir gökdelenden atlayan bir adamı kurtarıyor. Kurtarma sırasında boynu sakatlanan adam Bay İnanılmaz’ı dava ediyor. Çünkü kurtarılmayı talep etmemiş!


 


Avukat: Bay Sansweet kurtarılmayı talep etmedi. Bay Sansweet kurtarılmayı istenmedi. Ve Bay İnanılmaz’ın sebep olduğu sakatlık yüzünden hergün acı çekiyor.
Bay İnanılmaz: Hey! Ben senin hayatını kurtardım!
Bay Sansweet: Sen benim hayatımı kurtarmadın, ölümümü mahvettin! Yaptığın bu!


Bir süper-kötü’nün bombası yüzünden bir köprü parçalanıyor. Köprünün çökmüş kısmına doğru hızla gelen içi yolcu dolu bir banliyö treni var.  Bay İnanılmaz süper gücüyle treni durdurmayı başarıyor. 


Bay İnanılmaz felaketi ucu ucuna önlüyor, ama ani fren yolcuları iyice çalkalıyor. 


Hayatları kurtulan yolcular, aldıkları yara bereler ve sakatlanmalar sebebiyle  Bay İnanılmaz’ı dava ediyorlar.


Sonra süper kahramanlara karşı dava açma furyası alıp başına gidiyor.

Basının etkisiyle halk kahramanlarına düşman oluyor.


Mesele parlamentoda konuşuluyor, kahramanlık haklarının alınması isteniyor. 


Sonunda süper kahramanlık yasaklanıyor.

 
Süper kahramanlar kahramanlık faaliyetlerinden vazgeçmeye söz verdikleri taktirde eski eylemleri affa uğrayacaktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Süper Kahraman benzetmesi yapmamı uygunsuz bulabilirsiniz ama şu paraleller var: güçleri (yani silahları) olduğu için yanlış ve tehlikeli gördüklerine müdahele etme kapasiteleri vardı.  Kendi canlarını ortaya koymak mesleklerinin gereği olduğu için süper kahramanlara atfedilen idealizmi askerlerde de görmek ve tanımak durumundayız.

Süper kahramanların yaptığı gibi zaman zaman (’60, ’70, ’80) başka bir yetkili makamdan emir almadan müdahele ettiler. Bu da doğal olarak arzu edilir bir durum değil.

Ama Bay İnanılmaz sadece kendinde olan gücü kullanmasaydı Bay Sansweet caddeye pizza gibi yayılacaktı. Treni durdurmasaydı yolcular değil kırık çıkıklarla atlatmak, konserve kutusunda ton balığına dönecekti.

Suçlu kim? İnisiyatifi ele alan süper kahraman mı, bombasıyla köprüyü uçuran mı?

Üç darbenin gerçek suçlusu Türkiye’yi tekrar tekrar kriz noktasına getiren içten pazarlıklı siyasiler değil miydi? Türkiye’nin demokratikleşmesini silahlı kuvvetler mi engelliyor yoksa demokrasi kültürünü sindiremeyen sivil siyasiler mi? Yargı karşısına kim çıkmalı?

Eh, Bay İnanılmaz ve arkadaşları gibi askerlerimiz de mahkemelik ve yasaklı. Kurtarılmayı istemeyenleri kurtarmaya kalkanlar böyle olur. Türkiyemiz dualarla tekbirlerle bir yerlere gidiyor, krediyle (dini) bayramlarını kutluyor, kurtarılmayı talep etmediğine göre de günden güne demokratikleşmemizin ve özgürleşmemizin önü açık- 

Elhamdülillah!

30 Ağustosu da unutabiliriz artık- Kurtuluş savaşını da! Zaten kurtarılmayı kim talep etti ki?


İçine sindirebilen yutsun bayram şekerlerini!



ENGLISH

A hot night in August, it is the Muslim holy month of Ramadan. A moaning, soul churning ritual prayer wafts from a nearby mosque, chanted in Arabic, a language foreign to us. Some are certain to be in transports of ecstasy by now! In a few days we will have the bayram, the festival celebrating the end of Ramadan. Banks are already offering spending money for the bayram on credit- over the radio and by SMS- to a public already in hock over the last bayram’s spending, and because of a lot of other creature comforts as well.

And two weeks after that we will be having another bayram, not a religious but a national one. That one is the 30th of August, celebrating the great attack,  the victorious surprise blow that brought the Turkish war of independence to a successful conclusion in 1922. It was masterminded and led by our own Mustafa Kemal (later Atatürk) and was an important milestone in his creation of the modern Turkish republic. 

 This iconic pose of Mustafa Kemal (Atatürk) dates from the 1922 great attack.

The present ruling party, the AKP, follows a well planned strategy to downplay and discredit the Republic, its founders (including Atatürk), and its “guardians”, the armed forces while pumping up religious feasts and rituals. Last year the 30th of August celebrations were cancelled.

The 30th of August, essentially a victory celebration, has been traditionally associated with the armed forces, and promotions are discussed to coincide with it. This year, the 30th of August finds hundreds of officers in custody, endless inconclusive trials for alleged “plots” to overthrow a government (that honestly begs to be overthrown), tampered promotions and purges to eliminate conspiratorial elements to make sure the AKP has a free hand in furthering its own conspiracy: the dismantling of the secular Turkish Republic!
I find no joy in the Ramadan holiday, a gift to us of the Arab religion and cullture. I try to appreciate it the way an outsider would, as a cultural curiosity with some exotic charm, but still it leaves me cold, especially this year. A mob deprived of all backbone being transported to ecstasy through moaning chants in a language they don’t understand has no attraction, and if this is what it takes to go to heaven, even heaven has lost its meaning.

For years we have been hearing of October 12th, the date made infamous for the military intervention in 1980. I was a student at the Istanbul Technical University in 1974 and as such experienced firsthand the budding anarchy that grew to civil war proportions until the armed forces called a halt to it all six years later. The bloodshed was mainly between “leftist” and “rightist” factions, young people with guns killing each other with daily exchanges of gunfire and summary executions.

The Technical University was effectively under “leftist” control. With protests and boycotts, we hardly got to study. A leftist militant classmate used to practice his martial arts style combat techniques on me, his fists and boots swishing just past my nose. He would make me back up all the way to the loo, up against the back wall of a cubicle. Classmates must have found this all very amusing since no one interfered with the fun.

I left the Technical University and Turkey in 1975, and studied art in Canada. I followed from abroad the deadly vortex into which my country was being sucked. The violence was escalating daily,

The politicians who should have been collaborating to deal with the bloodshed wasted time (and time meant lives) bickering and accusing each other. The economy plummeted, people locked themselves indoors, social life ebbed away. The possibility of having to become a refugee was very real.

On October 12th 1980 General Kenan Evren announced a military takeover. There were reports of celebrations in the streets. Six years of terror and bloodshed was over.
The Time Magazine article of Oct. 22nd, 1980, started like this: 

A rising tide of political violence spurs a reluctant coup


“For months, Turkey's generals had warned squabbling politicians to stop feuding and start working together to help end the country's surging factional violence. But the bickering continued, and the death toll from leftist and rightist terrorism mounted from an average of six a day in January to 18 a day so far in September, and to the point where there was talk of imminent civil war. ..”
 
General Kenan Evren

I returned to my homeland in 1983; Turkey had by then pulled together and people had regained their optimism. There were those critical of the then still palpable military presence and the new constitution but I did not take it all too seriously; I found it all understandable in view of the very violent recent past. I sensed even then that some critics had some other “secret agenda” but chose to ignore them while enjoying the new sense of hope. Turkey had a future again, one could build a reasonable life here, there was no longer any danger of becoming a refugee.

Then times started changing, bit by bit! Free elections were held not long after my return in ’83, General Evren stepped down from his office as president in 1989, old faces started creeping back onto the political scene.

There was already a widespread and established anti-militarist sentiment the world over, fed by jackbooted Nazi officers in World War II movies, images of military coups in South America (Missing), the Vietnam syndrome (Apocalypse Now), and the armies of the evil Empire in Star Wars. Die-hard leftists had never stopped calling the “putschist” generals of Oct. 12 to answer in court, but bit by bit their fundamentalist Islamist rivals started joining the chorus and eventually far overtook the leftists in zeal and vindictiveness. The leftists, now losing the initiative at every step, did pull off the amazing quick-change stunt of becoming Kemalists (i.e. followers of Mustafa Kemal Atatürk, whose Republic they once themselves sought to undermine in favour of a Marxist revolution) and even managed to believe it themselves in a masterly application of “doublethink” but were too hesitant and ultimately late in rising to the defense of their old nemesis, the Armed Forces officers. As for the traditional Kemalist mainstream, their more open and tolerant outlook, with a diversity of interests, was no match for the sharply focused, concentrated fanaticism of the mob now gathering before them and manipulating the system to seize power. Slow to wake up, slow to respond, and eventually far too baffled by the verbal deluge thrown at them by the media, as well as shackled by the illusion of prosperity and well being that has earmarked their income to the payment of credit debts for years to come, they have surrendered, confused, trying occasionally to put up a defense with feeble arguments that always fell far short of getting at the core of any issue. Understandable, since the pro-government media always raises a discussion with a wording of its own choice. 
Remember the debate about Koranic classes? That was way back in the early days of the rise of the rise of Turkish Islamism. Like many other topics, that argument was presented on the basis of human rights and individual choice! “If you can choose to send your daughters to ballet classes, we should be able to send them to Koranic classes!” Fair enough, but these kids aren’t meant to study the Koran, they are meant to memorize it, the whole thing, and in Arabic, a language they do not understand, without knowing what they are memorizing, only that it is supposed to be holy. 

In the exchange of arguments and counter-arguments, why didn’t anybody suggest that, if Koranic classes are to be allowed, they should be required first to teach classical Arabic, for as many years it takes? And then the memorizing of the text won’t even be necessary; the students can just read it! It is debatable how many of the young people (mostly girls) would be ready to face the trials of actually learning something rather than blindly repeating like a parrot, but the few who showed the determination to hold out to the end would emerge with some knowledge and it would not be time and energy lost in vain. It is perhaps because the fundamentalist Islamists know that many young Turkish minds are lulled into languor at an early age and accept memorizing by rote far more readily than the stress and bother of learning, understanding, and thinking, and that such an approach would lose them recruits. It is also probable that understanding the full text of the Koran would demistify it, and lead to embarrassing questions, and that is definitely not what the fundamentalists want! 
Koranic class in Kocaeli, ages 6 up, free, state sponsored, expecting 100 000 children in Kocaeli district this summer. lokk at those faces. These children will be memorizing a whole volume without understanding a word! It woould make brave men weep, ıt probably makes the P.M. grin!

Our Prime Minister declared not long ago that his aim was “a religious youth” (exact translation of his words; not “pious”). He was roundly criticized by the opposition, mainly on abstract “secular” grounds. Did anybody come out and ask, point blank: “How can you be sure that your religion is the only right one? How can you find it within your rights to impose your interpretation on our youth? Obviously not having been there at the time, how can you bear witness to the Prophet? (The most holy Muslim chant goes “I am a witness that Allah is the One God! I am a witness that Mohammed is his prophet!” The phrase forms part of the Muezzin’s call to prayer.)

(“It is now time to discuss the undiscussable” they have said, setting up the founding principles and official history of the Republic as a target. Well then, let’s!) 

Questions of faith and interpretation of divinity should be a matter of individual conscience, as the secular Republic meant it to be. Religion is a structure that uses the fear of death to lead masses by the nose. Religious myths and thoughts can be useful and edifying topics of private discussion and meditation but they must be divorced from social structures and peer pressure. The opposition, for fear of further losing its power base, fails to state this as openly as it should.

Likewise, no one has ever pointed out the absurdity of placing the inscription “Religion: Islam” on the citizen identity cards without ever consulting the holders, and then making the statistical claim that Turkey is “99% Muslim”! (You can count me out now, I finally had the inscription removed from mine. Not at all difficult!)

The Prime Minister is very hot on reforming the educational system; a “pedagogical” improvement, claims he. Yet another phase of the attack on young minds, say I, in the grand plan to create his “religious” youth and, eventually, a theocratic country. I have a suggestion: let’s add Astronomy to the curriculum (no one suggested it before). That enormous, that unavoidable ultimate reality, incompatible with practically every petty religious doctrine, revealing its endlessness and our tininess every night though we always manage to block it out. 

After all, the discoveries of astronomers once shook the Catholic church to its roots. “Godless” books on astronomy, evolution, and the history of the Universe are available in some of our bookshops, rubbing shoulders with holy texts and political treatises of all persuausions, but  the Turkish public was never too fond of reading anyway. It is hard to come to terms with our smallness and transience in eternity and an endless universe but does that mean we have to bow to the doctrines of a certain religion or other because some of us can’t take reality? Science is the truest guide in life as Atatürk once said!

 And where are the prophets?

And here we are in 2012, the Muezzin’s Arabic call to prayer blasting through loudspeakers five times a day, and then, for Ramadan, nightly ritual chanting, again in Arabic, again broadcast through louspeakers. You jump up from your bed in the small hours of the morning to the sound of the drummer walking the streets (for sahur, the last meal before the day’s fasting), at this day and age when everybody and his brother owns a cellular phone with an alarm clock. After all, “we are all Muslims”! Judging by the TV ads, even Coca Cola is Muslim, always at hand at the iftar (fast breaking) table!

The 30th of August is only two weeks away. I have lost count of the officers in prison (and intellectuals, and journalists, and students!) “Potential putschists” have been sifted out of the ranks, promotions have been micromanaged by a government that is staging the real coup d’état. And most probably, the 30th of August will not be observed!

There was a Disney/Pixar film called The Incredibles, quite popular in its time and even the holder of an Academy Award for “Best Animated Feature” (2004).

Super-heroes struggling against super-villains were being sued by the people they saved.

First Mr. Incredible, the hero, rescues a man attempting suicide by jumping from a skyscraper. The man sustains neck injury during the rescue. He sues Mr. Incredible because “he had not ask asked to be saved!”
Attorney: Mr. Sansweet didn’t ask to be saved, Mr. Sansweet didn’t wanna be saved. And the injury received from Mr. Incredible’s “actions”, so called, causes him daily pain.

Mr. Incredible: Hey, I saved your life!

Mr. Sansweet: You didn’t save my life, you ruined my death, that’s what you did!

The bomb of a super-villain (who calls himself “Bomb Voyage”- he’s French, you see) blows a railway bridge.  A suburban train full of passengers hurtling towards the gap is stopped by Mr. Incredible. 


The passengers all survive but sustain injuries due to the sharp braking, 


and they do not hesitate to sue Mr. Incredible for said injuries.


 This “... opened the floodgates for dozens of super hero lawsuits the world over!”

The public, influenced by the media, turn against the super heroes.


The topic is debated in parliament. Finally, super hero activity is illegalized.


“The supers will be granted amnesty for past actions in exchange for the promise to never again resume hero work!”

You might find it odd that I am seeking to establish a parallel between our armed forces and “Super Heroes” but there are some points you must accede.

First, they have (or rather, used to have) power: this is natural since they are “armed” by definition. Therefore, have the capacity to intervene when they see something they perceive as wrong or dangerous.  

Secondly, by the nature of their profession, they are expected to put their lives on the line anytime duty demands. This is the kind of selfless idealism that we attribute to heroes. As super heroes do, they have sometimes taken action (1960, ’70, ’80) without instructions from a higher authority, indeed, when that higher authority was itself deteriorating. Naturally, this is not the way things should work!

But had Mr. Incredible not interceded, making use of the capabilities only himself possessed, Mr. Sansweet would have become street pizza. If he had not stopped the train, the passenges, who survived with injuries, would have ended up like tuna fish in a can.

So whom to hold responsible? The maniac whose bomb almost caused a train crash or the hero with special powers who prevented the worst?

Whom to hold responsible for the three times the armed forces stepped in and took over power? Whom to hold responsible for any unpleasantness during the periods of military rule? The Armed Forces, or the dishonest, ambitious, underhanded civilian politicians who repeatedly bring the country to a crisis? Who is really at fault for Turkey’s poor record in the matter of democracy? The politicians who have failed to absorb the culture of democracy and repeatedly made a hash of things or the military that tries to avoid a train crash? Who should be facing the judges now?
Well, just like Mr. Incredible and his friends, our Armed Forces are silenced and subdued. This is what you get for trying to save people who don’t want to be saved! Our nation is being drawn, with incomprehensible prayers and mind-numbing chants, like lemmings down some unknown path, splurging for their bayrams on credit. Since no one wants to be rescued, our path to democracy is now clear- Allah be praised!

And  we can also forget about August 30th- and the whole War of Independence, with all the names, dates, and places associated with it. After all, who asked to be saved?


 Enjoy your bayram candy!

ANADOLU KARTALI- ANATOLIAN EAGLE

TÜRKÇE (English text further below)

Sanki sadece üç siyasi partimiz var havası estirilir ve aslında bıçak kemiğe dayandığında bu üçünün birbirinden pek farkı yoktur. Geçenlere başbakan küçük bir partinin başkanının "televizyonda karşılıklı tartışma" davetine kendine has dobraötesi stiliyle karşılık verdi. Mahalle kavgası ağzıyla cevap verdiği kişi Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) başkanı emekli general ve birikimli yazar Osman Pamukoğlu'ydu. HEPAR'ın tekrar faaliyete geçtiğini bilvesile öğrenmiş olduk. Bağlantı aşağıdadır!

http://www.hakveesitlik.org.tr

 Seçimlerden önce Pamukoğlu'nun partisi için gönüllü, kendi isteğimle (ama eşimin fikriyle)  şu animasyonu yapmıştım ve göndermiştim. Kibarca teşekkür ettiler ama kullanmadılar, herhâlde biraz hafif kaçtı. Bilvesile burada paylaşıyorum.

Videoklip
Videoclip
ENGLISH

It has been the tendency to act as if there are only three political parties in the country- even though when push comes to shove, the said three behave in the same way. In realıty, there is a whole gaggle of them. Just a few days ago, the leader of a small party challenged the Prime Minister to a debate on TV, to which said Prime Minister responded in his own less than polite fashion. The butt of PM's uncouth scolding was Osman Pamukoğlu, head man of the Party for Right and Equality (HEPAR), retired army general and prolific, knowledgeable author. The occasion served to call to our attention HEPAR's return to action; their website is once again active.

http://www.hakveesitlik.org.tr

Before the last elections I made a bit of animation of their party emblem, completely uncommissioned and out of my free will (I freely admit it was my wife's idea though). I sent it to them and received a polite thank you note but it was never used. Too soft for political battle, I suppose. I present it here above!