12 Şubat 2014 Çarşamba

HATASIZ KUL OLMAZ

TÜRKÇE (To read this article in English, see: "To Err is Human", 26 January-Ocak 2014.)

Kanun diye kanun diye kanun tepelendi... (Tevfik Fikret, 1912)
"Ben komplo teorilerine inanmam" demek kolay; bizim ülkemizde ortalıkta dolaşan komplo teorilerinden birine inanmamak, diğerine inanmak zorunluluğunu getiriyor. Ya Ergenekon "terör örgütüne" ve Türk ordusunun kendi camiini bombalayıp kendi uçağını düşüreceği Balyoz "darbe planına" inanacaksınız, ya da bu planların "Büyük Ortadoğu Projesi" uğruna kurulmuş "kumpaslar" olduğuna inanacaksınız: birini inkâr etmek diğerine inanmak zorunluluğunu getiriyor. Hangisi doğru? Benim bakış açımı bilmek için bu blog'un eski sayfalarına göz atmanız yeterli. AKP yönetiminin amaçlarına ulaşmak için neler yaptığını, lâik Cumhuriyet'i itibarsızlaştırıp tasfye etmek için hak, hukuk, adalet tanımadan en saygın, en itibarlı, en vatansever insanları lekeleyip senelerce tutuklu yargıladığını unutmak ihanet olur. "Gizli tanıkları" hatırlayın; Ergenekon dalgalarının uvertürü sayabileceğimiz 12 Haziran 2007'de Ümraniye'de bulunduğu söylenen (ama bulunduklerı yerde görüntülenmeyen ve sonra da imha edilen) el bombalarını telefonda bir ses ihbar etmişti. İzmir'de açılan 310'u emekli ve muvazzaf 357 sanıklı büyük "Casusuluk ve Fuhuş" davası da 10 Ağustos 2010'da Amerika'dan gönderilmiş bir e-posta ile başlamıştı. Bu ilk değildi; 28 Nisan 2010'da yine Amerika'dan gönderilen bir e-postayla İstanbul'da 56 sanıklı bir "casusluk" davası başlatılmıştı, yine içinde "fuhuş" vardı ve dört ay sonra İzmir'de başlayacak büyük davanın uvertürü gibiydi. Her iki davada da deliller dijital. (CD üzerinde, yani maksatlı olarak üretilmesi çok kolay.) Son derece saygın kişiler, hiç de saygın olmayan kişiliklerin ifadeleriyle tutuklanıp mahkûm edildiler. "Gay haham" Tuncay Güney'in 2010'da bir dolandırıcılık iddiasıyla tutukluyken verdiği ifade Ergenekon iddianamesinin temellerinden biri olmuştu; 8 Şubat 2010'da Güney Toronto'dan Sky Turk televizyonuna bağlanarak mülakat vermiş ve o ifadesini polisin işkenceyle aldığını söylemişti. Zaten karakoldan kefaletle çıkıp sonra da problemsiz şekilde çıkış yaparak soluğu Amerika'da almış. (Bkz. "Çığlık Atılası", 12 Şubat 2013.) "Hem sanık, hem tanık" olanlar vardı; 18 Nisan 2007'de Malatya'da Hristiyan dini kitapları yayınlayan Zirve Yayınevi'ne yapılan bir baskında üç kişi gırtlakları kesilerek öldürüldükten dört sene sonra, 17 Mart 2011'de cinayetler Ergenekon soruşturmasına yamandı; çünkü olmayan terör örgütü için gerçek şiddet eylemi bulmak ve ilişkilendirmek gerekiyordu. Zirve Yayınevi davası sanıklarından İlker Çınar'ın ifadesi, Em.Tuğg. Levent Ersöz'ün tutuklanmasına neden oldu. Ersöz halâ tutuklu ve hayati tehlike arzeden sağlık problemleriyle gündemde!  

AKP bunların hiçbirini yalnız yapmadı: ABD'nin isteklerini yerine getirmek yolunda Fethullah Gülen isimli feylosof imamın Cemaat diye bilinen çetesiyle can ciğer bir suç ortaklığı içindeydi ve başbakan ve hatta cumhurbaşkanı dahil bütün AKP'liler her yapılanın farkındaydılar. Dava uğruna devşirilmiş bir nesil ("altın nesil") yetiştirmek için açılan "Işık Evleri" bilinmeyen bir şey değil, bu blog'da da sık sık bahsedildi. ABD'nin rolü de artık ayyuka çıktı; yoksa kendi NATO müttefiğinin ordusu korkunç iddialarla tasfiye edilirken ABD en azından bir "neler oluyor orda?" derdi herhâlde! İçişlerimize karışmamak deseniz büyükelçi Ricciardone aracılığıyla pekâla da karışıyor! Zaten ABD ülkelerin içişlerine karışır, uluslararası stratejilerini yaratıcı çözümlemelerle geliştirmek için de "think tank" tabir ettikleri- (tam karşılığı "düşünme deposu") aklı evveller kulüpleri kurar. Bunlardan çıkan alelacayip fikirler uygulamaya konunca hem dünyanın başı ağrır, hem de Amerikalıların. "Ilımlı İslam" stratejisi ve Gülen Cemaati belâsını başımıza saran da "Rand Corporation" namında bir "düşünme deposu"- 2 Mayıs 2013 tarihli "23 Nisan ve Milli Merkez" başlıklı yazımda bahsetmiştim. (1989'da Rand Corporation, Pentagon'un isteğiyle "Türkiye'de İslam ve Köktendinciliğin Geleceği" konulu bir çalışma başlattı. Çalışma grubunun başında eski CIA ajanı Graham Fuller vardı ve bu zat Fethullah Gülen'in vize müracaatını yapmış- sevap olsun diye!) 

Onbir senedir süren Türkiye Cumhuriyeti'ni aşağılama, Osmanlı'yı yüceltme, lâik devleti yıkma, başını, yüzünü gözünü örtme ve imam nikâhıyla çocuk gelinlerle evlenme gibi "özgürlükler" getiren "ılımlı İslam" stratejisi bu darbeyi gerçekleştirmek için yargıya da tecavüz edip tecavüzcüsüyle evlendirme yoluna gitti.[1] Ergenekon, Balyoz, "Casusuluk ve Fuhuş", "28 Şubat" ve bağlantılı davalarla en değerli yazarlar, akademisyenler, subaylar Cemaatçi polis tarafından dalga dalga tutuklanıp Cemaatçi yargının düzmece mahkemelerinde sözde yargılanırken menfaat batağına düşmüş gazete sahipleri ve şişkin maaşlarından vazgeçemeyen yazarlar- sessiz kalsalar gene iyi- resmen alkışladılar; kelime hazinemize "yandaşlık" gibi yüz kızartıcı bir kavram girdi- ama yüzleri kızarmadı, o başka! Başbakan Erdoğan ve AKP ve hatta cumhurbaşkanı Gül arada bir "bağımsız yargı" lâfının arkasına sığınsalar da o günlerde öylesine palazlanmışlardı ki gelişmelerden memnuniyetlerini pek saklamadılar, Cemaat yargıçlarının kararlarının adilliğini sorgulamadılar.

Küçük Alis, Kırmızı Kraliçe'nin çılgın adaletiyle yüzleşiyor.
"Önce ceza, sonra hüküm" diyor kraliçe, Ergenekon hakimlerinin tarzıyla!
1951 Walt Disney yapımı "Alis Harikalar Diyarında" (Alice in Wonderland) filminden.

Gülen-Erdoğan ittifakı 17 Aralık 2013'e kadar pek güzel gidiyordu. O gün, Ergenekon dalgalarını anımsatan bir dizi baskınla hükümete yakın isimler gözaltına alındı, yatak odalarında yüksek miktarlarda paralar bulundu, "yolsuzluk ve rüşvet" soruşturmaları üç bakan oğlunun (İçişleri bakanı Muammer Güler'in oğlu Barış Güler, ekonomi bakanı Zafer Çağlayan'ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, ve çevre ve şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Oğuz Bayraktar) bir bakanın kendisinin ("Gezi Zekâlılar" esprisiyle tanınan Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış), ve başka VIP isimlerin (müteahhit Ali Ağaoğlu, Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan) ayaklarına dolandı. Başbakan Erdoğan "faul var" diye haykırdı ve dört bakanı kurtaramadıysa da polis ve adliyede geniş kapsamlı tayinler ve yer değiştirmelerle "darbe" addettiği soruşturmaların önünü kesti. (Bkz. "Gezi Yılını Kapatırken" başlıklı makalenin son kısmı, "2013 İçin Sonsöz", 27 Aralık 2013, ve "Artık Sessiz Olamayan Çığlık", 3 Ocak 2014.) Hemen görevden alınan savcıların başında Ergenekon operasyonlarının zehir zemberek savcısı Zekeriya Öz de var.

"Yolsuzluk ve Rüşvet" soruşturmaları kendine yaklaştıkça başbakan sertleşti. Derken oğlu Bilâl Erdoğan ifade vermeye çağrıldı. Ve Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanının oğlu Türk adaletinin çağrısına uymadı. Bir süre tamamen ortadan kayboldu. Nihayet 10 Ocak 2014'te gözüktü- babasının makam arabasının içinde! Halâ ifade vermiş değil. Dünyanın uzak köşelerinden gelerek teslim olan Türk subaylarını düşünmeden edemiyor insan. (Bkz: "Çocuklarını Yiyen", son fotoğraf ve yazısı, 19 Şubat 2013.)

Ve başbakan Erdoğan ile AKP emniyete ve yargıya sızan Cemaatçileri "keşfetti". Günaydın derler! Düne kadar derin saygı hisleriyle bağlı oldukları Fethullah Gülen hazretlerine hakaretler yağdırdılar, Fethullah Gülen hazretleri de beddualarla karşılık verdi. Centilmenlerin atışması da bir başka oluyor!

Aynı şeyin iki yüzü:
Bu resmi yayınladığımdan beri dokuz aydan fazla oldu,
bkz. "23 Nisan ve Milli Merkez", 2 Mayıs 2013.
Nereden nereye!

Baştan alalım: İlk Ergenekon dalgalarından itibaren AKP hükümeti kendisine karşı kurulan komploların ortaya çıkarılmakta olduğunu iddia ediyordu, ve yandaş basın da bu söylemi güçlendirecek yayınlar yapıyordu. AKP karşıtları da böyle komplolar olmadığını, asıl komplonun AKP-Cemaat-ABD üçgeninin yarattığı bu komplo iddiaları olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Bu böyle sürüp giderken 17 Aralık "yolsuzluk ve rüşvet" operasyonuyla bu sefer başbakan Erdoğan ve AKP hedefe oturtuldu. Ve başbakan Cemaat'in kendisine ve partisine karşı bir komplo kurduğunu söylemeye başladı. Arada bir ABD ve büyükelçi Ricciardone de nasibini aldı başbakanın ithamlarından. Çeneleri açılınca bu komployu kuranların evvelden gazetecilere, aydınlara, askerlere komplo kuranlarla aynı komplocular olduğunu da önce ağızlarından kaçırdılar (Başbakanın başdanışmanı Yalçın Akdoğan 24 Aralık 2013'te Star gazetesindeki köşeyazısında Cemaat'i orduya "kumpas kurmakla" suçladı) ve sonra daha açık söylemeye başladılar! Artık "onlar yaptı, biz yapmadık" diye çocuğun bile inanmayacağı (ama AKP seçmeninin yine de inandığı) bir ağız değiştirme dönemine giriyorduk.

14 Şubat 2014 tarihli Aydınlık beni iyi güldürdü: adalet bakanı Bekir Bozdağ "Hata Yaptık" diyordu. 
"Biz de hata yaptık. Soruşturma ve kovuşturmaların muhatapları biraz farklı olduğunda sesimizi biraz daha gür çıkarmamız lazımdı...bir mensubiyetten başka bir mensubiyete intikal oldu. Bir ideolojiden başka bir ideolojiye geçti. Biz bu yapıyı gördük. Dün bunu yaptık diye, 3 yıl önce yaptık diye bugün bunda israr etmenin Türkiye'ye faydası yok."

 Ha, demek hataymııış! Takmayın kafanızı, hatasız kul olmaz!

Aydınlık manşet, 14 Ocak 2014.
 Yok yaaa!

Başbakan Erdoğan Gülen Cemaati'nin salvolarını savuşturmak için bir yandan Cemaat yapılanmasını ortaya çıkarmaya, bir yandan da senelerdir yapmış olduğu işbirliğini unutturmaya çalışıyor. Aralık sonunda "Yolsuzluk ve Rüşvet" soruşturmalarının gölgesinde Belçika'ya yaptığı ziyaret sırasında kendi yargısından yakınan bir başbakan olmanın absürdlüğünü de sergiledi, üstelik günahını ve vebalini pekalâ da taşıdığı bazı arama ve tutuklamaları da güzelce eski ortağı yeni düşmanı "paralel yapıya" yükledi.

"Başbakan Tayyip Erdoğan, AB-Türkiye ilişkilerinde kritik öneme sahip Brüksel ziyaretinde muhataplarına 17 Aralık operasyonu ve paralel yapıya ilişkin çarpıcı mesajlar verdi. AB Komisyonu Başkanı Barroso'nun 'samimi bir şekilde konuştuk' dediği görüşmede Erdoğan, Türkan Saylan, Ahmet şık, Nedim Şener olaylarında yaşanan çarpıklıkları anlattı, 'yargıya müdahale eleştirilerine karşı iyi niyetimizi koruduk. Bugün gelinen durum iyi niyetimizin suiistimal edildiğini göstermektedir' dedi.
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2014/01/22/saylan-sener-ve-sik-davalarinda-uyardik 

Bunu Pinokyo söylese burnu camı kırar geçer karşı binaya çarpar. Bahsettiği insanların başına gelenlerdeki sorumluluk payını inkâr etmekle günahlarından arınabilir mi? Bu kadar kolay mı? [2] Daha geçen kış 25 Şubat 2013'te Alman şansölyesi Angela Merkel Türkiye'deki tutuklu gazetecilerin durumunu sorduğunda aynı başbakan Erdoğan şöyle demişti:

 "Türkiye'de aslında tutuklu gazetecilerin sayısı parmak sayısını geçmez, ve bunların tutukluluğunun nedeni de yazıları değildir. Tutukluluklarının nedeni ya darbeye teşebbüstür, veya bu tür teşebbüslerin içinde bulunmaktır, ya kaçak silah bulundurmaktır, veya terör örgütüyle intisaklı olarak bir hareketin içerisinde olmaktır."
http://www.izlemex.org/tutuklu-gazeteciler-sorusuna-kizdi-video

Bu safhada çarkedip hâla kimsenin farketmeyeceğine inanmak biraz hayâlperestlik. Evet, doğru, emniyet, adalet ve basındaki Cemaatçi yapı şimdi döndü, eski ortak AKP'yi hedef aldı. Ama canavarın kurbanı olmak, canavarı yaratmakta oynadığı rolü affetirebilir mi ki?

 AKP-Cemaat-ABD ittifakı, doğuşu, hedefleri, taktikleri, düzmece delilleri, sahte tanıkları, göstermelik duruşmaları başlıbaşına bir literatür doğurdu. AKP'nin "haberimiz yoktu, kandırıldık, aldatıldık" havalarına girmesinin hiçbir inandırıcılığı yok. Resimde Sessiz Çığlık eylemi sırasında satışa sunulanlar. Kitaplar kitapçılarda ve hatta marketlerde rahatça bulunuyor.
(Görüntü kendi objektifimden.) 

Aynı şekilde, bir "paralel yapı"'nın varlığı,  yolsuzluk ve rüşvet iddialarının gerçek olmadığı anlamına gelmez. Yolsuzluklar Türkiye'de her zaman verimli toprak bulmuştur; küçük istismar ve ihlâllere müsamaha ederek büyüklerinin yolunu açıyoruz, kendimiz de yaptığımız için başkalarınınkini görmemekten geliyoruz, "idare ediver" demekten sonunda idareyi elden kaçırıyoruz. Türkiye'de idealist ve oportünist daima çatışmıştır ve parsayı kapan da genellikle oportünist olmuştur. Atatürk'ü tanrılaştırmakla suçlarlar bizi. Neden tanrılaştırıyoruz ki? Çünkü onun gibi olamayacağımızı baştan kabulleniyoruz da ondan! Mustafa Kemal kendisini her türlü yozlaşmadan uzak tutarak sıkı bir özdisiplin uyguladı ve öyle Atatürk oldu. Biz kendimizi öyle bir cendereye sokarak küçük menfaatlerimizi tehlikeye sokmak istemediğimizden onu erişilmez kılmayı yeğliyoruz.[3] İslâm daha kolay geliyor, ya da en azından halka sunulduğu hâliyle: ezberlenmiş Arapça dualar, zengin iftarlı oruçlar, Mekke'ye hac, sonra ister vergi kaçır ister adam dolandır ister rüşvet yedir- ya da ye- "Allah affediyor" diyorlar, sonra gelsin 72 huri! Bu şartlarda Cumhuriyet'in ideallerini el üstünde tutmak ve yaşatmak zor olduğu gibi, onları çürütmenin en kestirme yolu da din kandırmacalarından geçiyor. Beyaz yalanlara müsamaha ettikçe açık gri, gri ve nihayet kapkara yalanları da kabulleniyoruz günlük hayatımızda! Ülkemizde sıkça yaşanmış olan askeri müdaheleleri, hep askerleri suçlayarak değil, biraz da bu şekilde görmek gerekir- toplumumuzdaki yozlaşma temayülünün toplumumuzu tekrar tekrar çıkmaza sokması demek istiyorum.

İstanbul'da tek yön bir sokakta park etmiş arabalar. Küçük bir kaçamak, idare ediver!
(Görüntü kendi objektifimden.) 

Fransız filozof-pilot ve yazar Antoine de Saint-Exupéry'nin "Küçük Prens" (Le Petit Prince) isimli bir kitabı vardı; çocuk kitabı kılıklı derin bir eserdi ve artık edebiyat klasiklerinden sayılır. Oradaki baobab ağaçları bölümü geliyor aklıma.

"Sonunda küçük prensin gezegeninde, öteki gezegenlerde olduğu gibi, iyi ve kötü bitkilerin var olduğunu öğrendim. İyi bitkilerin tohumları daha iyi, kötü bitkilerin tohumlan daha kötü oluyormuş. Ama bu tohumlar göze görünmüyormuş.

"Toprağın kuytularında gizlenmiş dururlarken arada bir birkaçının uyanacağı tutarmış. Bu tohum başlangıçta biraz çekingenlik gösterse de. kendi halinde güneşe doğru uzamaya başlarmış. Eğer bu bitki yalnızca bir turp ya da bir gül goncası olsa büyümesinde hiçbir sakınca yokmuş. Ama öyle kötü bitkilerdense hemen ortadan kaldırılmalıymış. Şu sıralarda küçük prensin gezegeninde çok korkunç bir bitkinin tohumları sarmış ortalığı. Baobap tohumlarıymış bunlar. Toprağın içi bunlarla doluymuş. Fark etmekte biraz geciktiniz mi, iş işten geçer, bir daha onlardan kurtuluş olmazmış. Bütün gezegeni sararlar, kökleriyle de içerden sıkıca kavrarlarmış. Eğer bir de gezegen küçücük, baobaplar da çok sayıdaysa işte o zaman ufalanıverirmiş gezegencik...

"Sonraları küçük prens bu konuyu, 'Bu bir çeşit disiplin,' diye açıklamıştı. 'Sabah uyandığınızda nasıl yüzünüzü yıkayıp temizliğinizi yapıyorsanız, gezegene de aynı şeyleri yapmalısınız; hem de daha büyük bir özenle. Bütün baobapları hemen sökmelisiniz. yoksa bir süre sonra iyice gül fidelerine benzerler. İşte o zaman hangisinin gül hangisinin baobap olduğunu anlamak da güçleşir. Sıkıcı bir iş bu, ama çok kolay.'

"Bir gün de, 'Güzel bir resmini yapmalısın bunun.' dedi. 'Böylece sizin oralardaki çocuklar da nasıl bir şey olduğunu görsünler. Kim bilir belki bir gün yolları düşerse, onlara yararı olur bu bilginin. Ufak bir işi ertesi güne bırakıvermenin pek sakıncası olmaz çoğu kez,' diye ekledi. 'Ama baobaplar ertelenirse felaket! Tembel birisinin yaşadığı bir gezegen biliyorum. Adamcağız yalnızca üç küçük fideyi sökmeye üşendiydi de...'

"İşte küçük prensin sözünü ettiği bu gezegenin resmini yapmaya çalıştım. Ben öyle öğütler vermeyi seven biri değilim, ama bu baobap konusu ne kadar az biliniyor ve özellikle bir asteroidde yapayalnız kalan biri için öyle tehlikeli bir bela ki, bu seferlik kuralımı bozuyorum ve, 'Aman çocuklar' diyorum, 'baobaplara dikkat!'"

 
 Kötü toumları büyümeye bırakırsanız üzerinde durduğunuz toprak bile tehlikeye girer.
"Küçük Prens" (Le Petit Prince), Antoine de Saint-Exupéry. (Resim de yazarın elinden.) 

İrticanın tohumlarına göz yumarak koca gövdesinin büyüyüp güçlenmesine koca köklerinin her tarafı sarmasına izin verdik. Hatta Demokrat Parti'den beri bilumum siyasiler prim için, oy için bilerek köklerine su bile döktüler, gübrelediler. Yakın zamanda da başbakan Erdoğan ve AKP iktidar hırsıyla Gülen'in Cemaat baobab'ını büyüttü, yeşertti, şimdi iki dehşetli baobab kök saldıkları vatan toprağını parçalaya parçalaya birbirlerini söküp atmak için  mücadele ediyorlar!

Önceden de dediğim gibi, "yolsuzluk ve rüşvet" operasyonlarının AKP'ye ve başbakana karşı bir tertip, bir komplo olması ne AKP'yi aklar, ne de başbakanı: yolsuzluğun bir hayat tarzı hâline geldiği ülkemizde ortaklar arasında ahenk sürdükçe adaletin gözleri kapalı tutuldu. Başbakan Erdoğan ve AKP'ye karşı olan komplo, bir suç ortağının diğerini ifşa etmesinden ibarettir.

Kısacası, başbakan Erdoğan kendisine ve partisine karşı bir komplo kurulduğu konusunda haklı olduğu kadar, muhalifleri de yargı sürecini engellemesini eleştirmekte haklıdırlar.

Başbakan Erdoğan krizi bildiği yöntemle kontrol altına almaya çalışıyor: eleştiriyi bağırarak bastırma yöntemi. Fethullah hocaefendiye zehir kusuyor, (hocaefendi de bir o kadar gerisingeri kusuyor) kendisini eleştiren herkesi ihanetle suçluyor, ve kendi ülkesinin adalet kurumlarına kulak asmamasını, diklenmesini bir meziyet olarak sunarak "sağlam irade" diyor, üstelik bu hak hukuk tanımaz tavrı için alkış bekliyor (üstelik taraftarlarından alıyor- belli bir ücret karşılığında tabii!)

 
"Sağlam İrade"; öz Türkçesi "ben bildiğimi okurum, kimse beni denetleyemez! Bu dev afiş İstanbul'da Meydan alışveriş merkezi yanında. Arka yüzünde de aynı afiş var!
(Görüntü kendi objektifimden.)

Nereye baksan O! Dev "Sağlam İrade" afişi,
İstanbul'da 1. köprü yoluyla E-5'in kesiştiği noktada.
(Görüntü kendi objektifimden.) 

AKP-Cemaat çekişmesi Ergenekon, Balyoz ve benzeri davaların sahteliğini ortaya çıkarmış olabilir ama hükümet yanlışları düzeltmek, hakkın yerini bulmasını sağlamak için hiç de aceleci gözükmüyor. Tutuklu gazetecilerin, aydınların, subayların eşlerinin, ailelerinin birden canlanan ümitleri tekrar yavaş yavaş sönüyor. Hadi AKP'den geçtik,... ne yapsa yeridir, ama sözümona muhalefet olacak CHP ve MHP de tutuklulara adalet için aşırı bir çaba göstermiyorlar! Türkiye Barolar Birliği başkanı Metin Feyzioğlu tutukluların derhal tahliye edilmesi, yargı sürecinin daha adil bir şekilde yeniden başlaması için hem yasal, hem kestirme bir formül önerdi.[4] Kılıçdaroğlu'nun CHP'si ve Bahçeli'nin MHP'si öneriyi onaylamamak için adeta mazeret aramaya başladılar. Mazeretler pek akıl kârı değildi, tahliyelerin Öcalan için de af anlamına gelebileceği gibi hiçbir mantığı olmayan sebepler sunuldu. (Oysa PKK ile "açılım süreci" CHP'den fazlaca tepki almadan yürüyüp gidiyordu bir zaman!) Şaşırdım mı? Yoo! Kılıçdaroğlu ve Bahçeli'nin muhalefetleri acınacak derecede zayıf olmakla kalmıyordu, en kritik anlarda AKP'den desteklerini esirgemeyerek kendi eleştirilerini anlamsız kılıyorlardı. Bağırıp çağırırarak sert muhalefet yapıyor havalarına girerler ama seçmen tabanları söylenenler kadar, hatta daha fazla, söylenmeyenlere dikkat etmeli. Görüldüğü kadarıyla CHP ve MHP'nin rolleri gerçek muhalefet yapmak değil, kendi tabanlarının oylarını tutarak etkisizleştirmek, arada sırada ses yükselterek gaz almak! CHP lâik-Atatürkçü kesimin oylarını topluyor, MHP de milliyetçi-tutucu-Osmanlıcı-Türkçü yelpazesinin oylarını. "Oylar bölünmesin" söylemi de işleme konunca bu kesimlerin oyları daha etkili muhalefet yapabilecek adaylara gitmiyor, bu partiler de gerçek bir muhalefet sergilemedikleri için sadece AKP'nin ve arkasındaki güçlerin istedikleri oluyor, biz de seçmencilik oynayıp oyalanıyoruz. Ha bir de BDP var- onun da ne kimin geldiği umurunda, ne de Türkiye'ye ne olacağı; yeter ki bağımsız Kürdistan kurulsun. 

25 Ekim 2013'"te CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ABD büyükelçisi Francis Ricciardone ile buluştu- ABD büyükelçiliğinde değil, CHP bürolarında değil, bir otelde, ve sadece tercüman refakatinde! Akabinde bir ABD ziyareti gerçekleştirdi- 30 Kasım- 4 Aralık 2014 arasında.

Kılıçdaroğlu ABD'de konuşmalar yaptı, temaslarda bulundu, söylendiğine göre Gülen Cemaati'ne yakın isimlerle de görüşmüş. Çok ilginç bir detay da kendisine en yakın olan
gazete olan Sözcü'yü bu geziye davet etmemiş olması. Acaba Atatürkçü lâik kesim tarafından tercih edilen Sözcü'nün okuyucusuna nakletmesini istemediği temaslar mı olacak, sözler mi söylenecek, vaatlerde mi bulunulacaktı?

27 Kasım 2013 tarihli Sözcü:
ABD gezisine davet edilmeyen gazete,
bu yüzden Kılıçdroğlu'nu başbakana benzetiyor.


Bu Kılıçdaroğlu'nun CHP genel başkanı olduğu 22 Mayıs 2010'dan beri ABD'ye yaptığı ilk ziyaret olacaktı. Bu bağlamda Tayyip Erdoğan'ın başbakan olmadan önce yapmış olduğu ABD gezilerini hatırlamamak mümkün değil. (Tayyip Erdoğan 10 Aralık 2002'de Başkan George Bush'u ziyaret ettiğinde henüz başbakan değildi. Gerçi partisi 3 Kasım 2002 seçimlerinden muzaffer çıkmıştı ama Erdoğan'ın siyasi yasağı vardı. Bu ilk ziyareti de değilmiş, internette başka tarihler de veriliyor: 17-21 Nisan 1995, 17-22 kasım 1996, 16 Haziran 2000. AKP ancak bir sene sonra, 14 Ağustos 2001'de kuruluyor.)

 Kemal Kılıçdaroğlu Aralık 2013 gezisinde 
ABD'nin "think tank"'lerinden Brookings Institute'da konuşuyor.
(Görüntü medyadan.)

Kılıçdaroğlu ve heyeti 5 Aralık 2013'te yurda döndü, 17 Aralık'ta "yolsuzluk ve rüşvet" soruşturması ile AKP-Cemaat savaşı patlak verdi. İki gün sonra, 19 Aralık günü Kılıçdaroğlu ABD elçiliğinde büyükelçi Ricciardone ile öğle yemeği yedi.

Kılıçdaroğlu başbakan Erdoğan'ı yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarında savcıları ve polisleri oradan oraya atayarak yargı sürecine müdahele ettiği için sert bir şekilde eleştiriyor. Bu kadarı iyi! Ama Fethullah Gülen kontrolündeki "paralel yapı" konusunda sesini çıkartmaktan kaçınıyor. Feyzioğlu'nun önerilerini açıkça desteklememesi, Cemaat'in yargısını sorgulamamak için miydi? Delillere bakılırsa Kılıçdaroğlu kendisini ve partisini ABD nezdinde Erdaoğan ve AKP'nin yerini almaya aday gösteriyor. Aynı şekilde Gülen Cemaati'yle işbirliği yapmaya, aynı "ılımlı İslâm" politikasını, aynı "Büyük Ortadoğu Projesi"'ni yürütmeye, kısacası Türkiye'de yeni ABD kuklası olmaya aday! Serseri mayın gibi ne zaman nasıl patlayacağı, ne diyeceği belli belli olmayan başbakan Erdoğan birkaç kelimeyle kendisine karşı bir toplumsal ayaklanma yaratabilen kendi kendinin en büyük düşmanı. Gezi olaylarındaki müsamahasız tutumunu gören efendileri artık faydasından çok zararı olacağını anlamış olmalılar. (Bkz.: "Gezi Yılını Kapatırken", 27 Aralık 2013.) ABD'nin şu sırada bir alternatif arıyor olması çok normal. Dahası, ABD hâla "ılımlı İslâm" stratejisine çok ılımlı bakıyor ama lâik Atatükçüleri bertaraf edip bir neo-Osmanlı din devleti kurmanın o kadar kolay olamayacağını anladı; Atatürk Türk halkı için bir Stalin değil, lâik Cumhuriyet ateist Sovyet devleti değil, Türkler Cumhuriyet'lerini "think tank"'deki yarım akıllı eksperlerin tahmininden daha çok benimsemişler. Gorbachev ve Glasnost'la ve çarlık dönemi sembolleriyle Sovyet imparatorluğunu çökerttiler ama Erdoğan'ın liberalizmi ve neo-Osmanli semboller Türk halkına Cumhuriyet'lerini unutturmadı. Artık Atatürkçü imajıyla CHP ABD nezdinde kabul edilebilir bir alternatif oldu. Yeter ki "ılımlı İslâm" oyununu oynasın. Görünüşe bakılırsa Kılıçdaroğlu bu görev için gönüllü.

Bu arada tutuklu aileleri kendilerini yine yalnız buldular; bütün "paralel devlet", "kumpas" lâflarından sonra düzmece davaların kurbanları halâ içeride tutuluyorlar. CHP ve MHP'nin israrla "yolsuzluk ve rüşvet" iddialarının ve başbakanın yargıyı etkileme teşebbüslerinin üzerinde dururken başbakanı hedefleyen Cemaat yapılanmasına değinmekten kaçınmaları, Cemaat'e dokunmadan Erdoğan ve AKP'yi Türk politik hayatından çıkartma teşebbüsü olarak yorumlanabilir. Yani baobablardan birisini sökerken diğeri yerliyerinde kalacak! Tutuklu subay ailelerinin Sessiz Çığlık eylemleri devam ediyor- ne yapsınlar ya? 1 Şubat 2014'te 71incisi gerçekleşti, 8 Şubat'ta 72ncisi.

Gazeteci yazar ve CHP milletvekili Mustafa Balbay  tahliye edildikten iki ay sonra, 1 Şubat 2014'te İstanbul Beşiktaş'ta Sessiz Çığlık eyleminde konuşuyor. 6 Mart 2009'da "hükümeti devirmeye teşebbüs" suçlamasıyla tutuklanmış, Silivri'de tutuklu yargılanmıştı. Tutukluyken 12 Haziran 2011 seçimlerinde CHP'den milletvekili seçilmiş, buna rağmen tahliye edilmemişti. Prof.Dr. Mehmet Haberal ve Em. Korg. Engin Alan da aynı durumdaydı; Haberal CHP'den, Alan MHP'den milletvekili seçilmişlerdi ve buna rağmen tutuklu yargılanma devam etti. Kılıçdaroğlu'nun CHP'si ve Bahçeli'nin MHP'si yeni vekillerinin haklarını koruyamadılar; çok da uğraştılar denemez. Zaten yemin edecek kadar bile hapishaneden ayrılamadıkları için resmen milletvekili bile olamadılar. 5 Ağustos 2013'te Silivri'de verilen Ergenekon hükümlerine göre Mustafa Balbay 34 yıl 8 aya, Mehmet Haberal 12 yıl 6 aya mahkûm edildiler. Haberal hapiste geçirdiği 4 yıl 4 ay ve anlamadığım bazı indirimler gözönünde bulundurularak cezasını görmüş sayıldı ve aynı  5 Ağustos serbest bırakılmasına karar verildi. Balbay  9 Aralık 2013'te tahliye edildi- Yargıtay sürecinin sonuna kadar hüküm kesinleşmiş sayılmıyormuş ve yaklaşan seçimlerde tekrar aday olabilme hakkını ihlâl etmemek içinmiş. (Peki, daha yargılanırken neden tutukluydu ki?) Haberal ve Balbay yemin ederek resmen milletvekili oldular.  Engin Alan'a gelince: o Balyoz davasından hükümlü, 21 Eylül 2012'de 18 yıla mahkûm edildi (bkz. "Balyoz Hükümleri",  22 Eylül 2012) ve karar 9 Ekim 2013'te Yargıtay tarafından onaylanınca milletvekilliği de düştü.
(Görüntü kendi objektifimden.)


Öğrendiğime göre Türkiye'nin birçok şehrinde her hafta gerçekleştirilen Sessiz Çığlık eylemleri artık ABD'ye de uzanmış.  Her ayın ikinci Pazar günü başkent Washington'da Beyaz Saray'ın önünde toplanarak Ergenekon, Balyoz, casusluk ve benzeri iddialarla tutuklanan ve bütün yalan ve iftiralar ortaya döküldüğü hâlde içeride tutulan ya da tahliye edllmiş olsa da beraat etmemiş olan subayların hakları için sessiz sessiz çığlıklarını atacaklar. 15 Şubat'tan itibaren de eylemlerin Cumartesileri New York'ta CNN binasının önünde gerçekleştirilmeleri planlanıyor. Koccca Amerika'da iki eylem ses getirmez- hele ki zaten "sessiz" olursa- ama eyleminlerden birinin Beyaz Saray'ın önünde gerçekleşmesi şu bakımdan önemli: subaylarımıza karşı kurulan kumpasın sorumlusu olarak doğrudan ABD'nin en yüksek makamı işaret ediliyor.

Washington DC, Beyaz Saray'ın önünde Sessiz Çığlık eylemi, 16 Aralık 2013.
(Görüntüler medyadan.)

Dernière acquisition du Louvre ("Louvre müzesi için alınan son eser"). Söylendiğine göre bu resim Fransa'nın popüler Paris Match dergisinde yayınlanmış. Kimsede kaynak belirtme adeti olmadığı için orijinalini bulamadım ama 25 Şubat 2010'da bir internet sitesine yüklenmiş. Demek ki Fethullah Gülen'in ABD idaresiyle özel ilişkisi Avrupa'da o tarihten önce de biliniyormuş.

Sessiz Çığlık eylemlerine destek olarak Küçükyalı Forumu da her Pazar öğleden sonra 14:00'te Küçükyalı Adnan Kahveci Parkı'nda toplanarak başta subaylar olmak üzere düzmece dava kurbanlarının hakları için seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Adı "park" olan bu yer binalar arasına sıkışmış birkaç ağaç, birkaç bank ve Adnan Kahveci'nin bir büstünden ibaret ama forum canlı, azimli, ve saygın isimleri konuk ediyor. 

Yazar ve köşe yazarı Meriç Veldedeoğlu Küçükyalı Forumu'na desteğini veriyor, 12 Ocak 2014.
(Görüntü kendi objektifimden.)

 Köşe yazarı Em. Tuğamiral Türker Ertürk, nöbet önlüğünü giymiş, görüşlerini eylemcilerle paylaşıyor. Küçükyalı Forumu, 26 Ocak 2014.
(Görüntü kendi objektifimden.)

Belki de en saygın isimler, ünlü olmasalar da, yakındaki huzurevinden gelen emekli öğretmen hanımlardı. Son yıllarda yaşananları sindiremeyen Atatürk Cumhuriyeti'nin öğretmenleri  bu foruma devam ederek, ve hatta Hasdal'a kadar gidip tutuklu subayları ziyaret ederek, emekli olsalar da halâ ne kadar değerli varlıklar olduklarını gösterdiler ve gösteriyorlar.

 Videoklip
Emekli öğretmen Türkân Geniş
Küçükyalı Forumu'nda konuşuyor,
12 Ocak 2014.
(Görüntüler kendi kameramdan.)

Eski canciğer kuzu sarmaları AKP ve Cemaat birbirlerine düşünce ellerinden çok çekmiş olanların tepkisi "oh olsun, yesinler birbirlerini" şeklinde oldu. İyi güzel de şöyle bir tehlike de var: halk iki şeytan arasında seçim yapmak
durumunda
bırakılabilir. Ve AKP ile Cemaat arasındaki karşılıklı atışmalar, ithamlar, hakaretler içerdekilerin seslerini boğabilir.


Sağda: Hasdal'da esir tutlan subayların çalışmaları İstanbul Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi'nde sergileniyor.
(Görüntü kendi objektifimden.)

Aşağıda: Balyoz mahkûmu Deniz Albay Mehmet Örgen'in ailesi.
Oğlu Mehmet Can Örgen, eşi Sanem Örgen ve onların fotoğrafını çekmeye hazırlanan Sanem Naz Örgen. Duvarda ise tutuklu albayın elinden çocuklarının resimleri görülüyor. (Görüntü kendi objektifimden.)

Aynı albayın kızkardeşinin 28 Aralık 2013'te  Beşiktaş Sessiz Çığlık eyleminde yaptığı etkileyici konuşmanın videoklibi için bkz. "Artık Sessiz Olamayan Çığlık",
3 Ocak 2014.




Albay Mehmet Aygün'den Dijital Balyoz.
(Görüntü kendi objektifimden.)

Parçalanmış aile: Size Balyoz. Alb. Mehmet Aygün.
(Görüntü kendi objektifimden.)

İftirayla tutuklanıp hapsedilmek bir yana, bir de tutsaklık şartlarında ciddi sıhhi problemlerle boğuşanlar var. Bu günlerde sık sık adı geçenler arasında Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu ve Em. Tuğg. Levent Ersöz var- her ikisi de artık uydurmasyon olduğu iyice ortaya çıkmış olan Ergenekon "terör örgütü"'ne üye olmaktan tutuklu.[5]

 
Sağda:
İstanbul Küçükyalı Forumu'nda Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu için özgürlük talep eden bir afiş,
12 Ocak 2014. 
(Görüntü kendi objektifimden.) 


"Yolsuzluk ve rüşvet" operasyonu ve Başbakan Erdoğan'ın "paralel devlet" diyerek polise ve yargıya yaptığı müdaheleler AKP, CHP ve MHP milletvekilleri arasında atışmalara, hakaretleşmelere, meclis içinde tepişmelere sebep oluyor. Lâf kalabalığı içinde en verimli yıllarını hapiste geçiren, kariyerleri yok yere mahvedilen insanların, bölünmüş ailelerin trajedisini gerçekten anlayan var mı pek emin değilim.




 "Yolsuzluk ve rüşvet" soruşturmalarının önünü kesmeye çalışan AKP Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nu hükümetin denetimi altına alacak düzenlemeler getirmeye çalışınca hava gerginleşti ve 11 Ocak 2014'te meclis Teksas'ta bir bar görünümünü aldı- AKP milletvekili Zeyid Aslan'ın Yargıçlar Sendikası Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu'na attığı uçan tekmeye dikkat!
(Görüntü medyadan.)

 23 Ocak 2014'te CHP milletvekili Tanju Özcan mecliste başbakan Erdoğan'ın oğlunun hâla ifade vermeye gitmemiş olduğunu hatırlatınca AKP'li Oktay Saral'dan suratına bir yumruk yedi. Fotoğrafta Özcan yumruğu iade etmeye hazırlanıyor.
(Görüntü medyadan.)

Bir tarafta AKP, öbür tarafta Gülen Cemaati'ne yanaşan CHP, Kaptan Hadok'un hislerini çok iyi anlıyorum ve ciddi empati duyuyorum.

1. resim :
(Kaptan Hadok) "...Ama iyileri kötülerden nasıl ayırdedeceğiz?"
(Tenten) "Pis suratlı gördüğüne vur,  görürüz!

2. resim: 
(Kaptan Hadok) "Şimdi bunların hangisinde daha berbat bir kelle var? Bana göre ikisi bir."
(Prof. Turnusol) "Tenten. Kaptan. Gerçekten siz misiniz? Yanılmıyorum değil mi?

4. resim:
(Kaptan Hadok): Şimdi sıra diğerlerinde.

L'Affaire Tournesol ("Turnusol Olayı"), Hergé, 1956.

CHP'nin Gülen Cemaati'ne yakınlaşması parti tabanı tarafından kurnazca bir taktik olarak yorumlanıyor ve seçmen içi sinmese de "AKP'den kurtulmak " uğruna kabulleniyor. Ben bu yaklaşımı dürüst bulmuyorum ve rahatsız oluyorum. Şimdi yerel seçimler yaklaşıyor, 27 partinin adayları yarışacak, ama sadece AKP, CHP ve MHP adaylarının şansı olduğu varsayılıyor; öyle ki seçmenlerin çoğunun diğer partilerden haberi yok ve sandığa gidip oy pusulasını görene kadar da olmayacak. BDP'nin de belirli yerlerde şansı olacak. İşçi Partis ise son yıllarda Türkiye gündeminde çok etkili bir rol oynadığı ve muhalefette başı çekip çok zaman CHP'yi de harekete geçirdiği hâlde şansı yok sayılıyor. %10'luk barajın bu algının oluşmasında etkisi büyük. Gerçi belediye başkanları için bu baraj uygulanmıyor, ama belediye meclisleri için geçerli. Bu durumda da hesap kitap ve taktik vicdanın önüne geçiyor, bu durumda da demokrasinin anlamı kalmıyor!


İşçi Partisi Atatürk'ün kurduğu lâik Cumhuriyet'i savunmada başı çekiyor, AKP ve Gülen'in köktendinci ideolojilerine, başbakan Erdoğan'ın neo-Osmanlı saldırganlığına en açık ve tavizsiz karşı duruş oradan geliyor. Ergenekon, Balyoz, casusluk, 28 Şubat gibi davalarla tutuklanıp yargılanan subayların haklarını koruyan, onlar için en çok sesini yükselten İşçi Partisi oldu. Aynı zamanda geleneksel alanı olan işçilerin, ezilenlerin, sömürülenlerin hakları için mücadele etmeye devam etti. Partinin genel başkanı Ergenekon "terör örgütü"'ne üye olmaktan neredeyse altı yıldır hapiste; 5 Ağustos'a kadar tutuklu yargılandı ve o günkü karar duruşmasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. (Vikipedi'ye göre 117 yıl). Hücresinden beri Aydınlık gazetesindeki köşe yazılarına devam ediyor. (İlginç detay: Perinçek ayrıca yine müebbet hapis mahkûmu olan Abdullah Öcalan'a, onunla beraber PKK'ya ve "açılım süreci"'ne de karşı duruyor. Türkiye gündemine önemli etkileri olan iki adam, birbirlerine karşı olan mücadelelerini hücrelerinden beri sürdürmekteler.)


Son günlerde Perinçek uluslararası alanda Türkiye için çok büyük bir hukuki zafer kazandı. İsviçre'nin "Ermeni Soykırımını inkâr etmeyi suç sayan" yasası, Perinçek'in girişimiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından hukuksuz bulundu. Perinçek 2005'te Lozan'da soykırım iddiasını uluorta inkâr ederek yasaya meydan okuyunca İsviçre mahkemeleri tarafından 90 günlük hapis artı para cezasına çarptırıldı ve 2008'de meseleyi AİHM'e götürdü. Aynı yıl, 1 Mart 2008'de Türkiye'de evi polis tarafından basıldı ve kendisi tutuklandı. AİHM 17 Aralık 2013'te İsviçre'deki kanunun ifade özgürlüğüne aykırı olduğu hükmünü verdi.[6]

Doğu Perinçek İsviçre'de, "soykırım" yasasına meydan okuyor.
(Görüntü medyadan.) 
 
Türk hükümeti Perinçek'in bir Avrupa mahkemesinde kazandığı hukuk zaferinden yararlanmak için hemen harekete geçti... bu zaferi kazanan kişinin kendi ülkesinde uydurma bir "terör örgütü"'ne üye olmaktan müebbet hapse mahkûm olması da dünya nezdinde gülünç ve ülkemiz hakkında hiç de iyi şeyler söylemeyen bir çelişki olmalı. [7]

İşçi Partisi'yle bağlantısı olan bir de TGB (Türkiye Gençlik Birliği) var ki AKP politikalarına karşı silahsız, şiddetsiz, kahramanca ve fedakârca bir direniş göstererek "gençliğe hitabe"'nin ne demek olduğunu hepimize gösteriyor, hatırlatıyor. (Bkz: "Gençlik", 16 Aralık 2012.) Son aylarda bir de TLB (Türkiye Liseliler Birliği) belirdi, daha genç ama ağabey ve ablaları kadar cesur. TGB ve TLB gençlerinin AKP ve Cemaat güçleriyle nasıl korkusuzca yüzleştiklerini gördükçe aklıma Mordor'un karanlık güçleri karşısındaki Hobbitler geliyor. Bir de İşçi Partisi'ne yakın Aydınlık gazetesi ve Ulusal kanal var; İşçi Partisi'nin görüşlerini aksettirmekle birlikte başka görüşlere de yer verirler ve diğer medyanın aktarmaktan kaçındığı haberleri halka ulaştırarak büyük bir hizmet sunarlar. Hakkını vermeniz gerekir, CHP ve MHP'nin en belirgin muhalefet etkinlikleri, İşçi Partisi'nin başı çekmesi sayesinde gerçekleşmiştir. (Yasak bayramların kutlanması, Silivri'ye seferler, adliyeler önünde toplanmalar, çeşitli mitingler...) AKP döneminin karanlığında bir ümit ışığı yaktıkları için önümüzdeki seçimlerde İşçi Partisi'ni içtenlikle destekliyorum. Biliyorum ki partiyi takdir edenler arasında bile oyunu verecek olan azdır; %10 seçim barajı insanları ürkütüyor ve partinin şansı olmadığını, oylarının boşa gideceğini, bunun da AKP'ye yarayacağını düşünüyorlar. Gerçekten de parti 22 Temmuz 2007 seçimlerinde oyların sadece % 0,36'sını alabilmişti. Ama o zamandan beri çok şey değişti. İmajı komünistten Atatürk milliyetçiliğine dönüştü, marjinal bir partiyken merkez seçmeninin takdirini kazanmaya başladı- ama bunu solcu kimliğini elden bırakmadan yaptı! Zaten 2011 seçimlerine katılmamıştı bile, katlsaydı ne alırdı bilemeyiz. (O sene genel başkan Doğu Perinçek Silivri'deki hücresine girmişti bile!) 

CHP bütün prensiplerini rüzgâra savurarak Gülen Cemaati ile ittifak yapmaya hazır görünüyor- belki de "ılımlı İslam" kartını oynamaktan vazgeçmeyen ABD'nin desteğini bu şartla aldı! Oy bölme korkusundan da CHP tabanı Kılıçdaroğlu'nun bu kararını sineye çekmeye razı! İşçi partisi aylardır bir seçim işbirliği için çağrıda bulunuyor, "aslanlı yolda bireşelim" diyor. 23 Nisan 2013'te kurulan "Milli Merkez"'in de arkasındaydı! (Bkz.: "23 Nisan ve Milli Merkez", 2 Mayıs 2013.) Seçim işbirliği, her bölgedeki en güçlü adayın AKP'ye muhalif bütün partiler tarafından desteklenmesi şeklinde olacaktı. Ne var ki CHP olan gücünü paylaşmak istemedi, üstelik belediye seçimlerinde Cemaat'e ve hatta Kürt ayrılıkçılara yakın adaylar seçerek hem İşçi Partisi'nin,hem de kendi seçmenleri dahil diğer birçok lâik Atatürkçü seçmenin sindiremeyeceği bir stratejiye yöneldi. Kılıçdaroğlu milli hakimiyet, bağımsızlık gibi asil kavramlara sırtını çevirerek iktidara Tayyip Erdoğan'ın kullandığı yoldan ulaşmayı tercih etti. İstanbul büyükşehir belediye başkan adaylığı için alışılagelmiş prosedürden ayrıldı; parti içi aday adayları için parti içi seçim yapmak yerine 24 Mart 2005'te disiplinsizlikten (kurultayda kavga çıkarmaktan) partiden atılmış birisini, Şişli belediye başkanı Mustafa Sarıgül'ü gözüne kestirdi. Gülen Cemaati ile ilişkilerinin iyi olduğu, Cemaat oylarını getireceği söyleniyor.


Mustafa Sarıgül bir cenaze töreninde AKP'li büyükşehir belediye başkanı Kadir Topbaş'ı öpüyor- yumruğuyla boynundan çekerek.
Bayram değil seyran değil, hatta cenaze töreninde! Ama sevgililer günüydü, 14 Şubat 2013.
(Görüntü medyadan.)




  

CHP'den bir heyet Sarıgül'ün ayağına kadar gitti,  31 Ekim 2013'te çiçeklerle ziyaret edildi- bir erkek için garip bir hediye, ama neyse. Gül bulamamışlar herhâlde, ama çiçekler kısmen sarıydı!

  
CHP Sarıgül'e "evine dön" diyor, 31 Ekim 2013.
O mevsimde gül bulamamışlar herhalde, ama çiçeklerin bazıları sarı; kâğıt da öyle!
(Görüntü medyadan.)

Oysa Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday sıkıntısı yoktu CHP'de! Televizyonda paylaştığı görüşlerle de tanınan gazeteci Can Ataklı CHP'li olmakla birlikte İşçi Partisi tarafından da destekleniyordu; ben de açık sözlü, içi dışı bir halini çok beğeniyor, Ulusal'daki programlarında anlattıklarını çok net, doğru ve objektif buluyorum. 30 Kasım 2013'te İstanbul Beşiktaş'ta bir miting yaparak aday adaylığını hatırlattı, katılanlar kendisini desteklemeye ne kadar hazır olduklarını belli ettiler. Kılıçdaroğlu ikna olmadı. 22 Aralık 2013'te Mustafa Sarıgül'ün İstanbul büyükşehir belediye başkan adaylığı resmen ilân edildi.

30 Kasım 2013, Beşiktaş: CHP büyükşehir belediye başkan aday adayı Can Ataklı kendisini destekleyenlere sesleniyor. "Size temiz bir el uzatıyorum" demişti. Afişten bakan Kılıçdaroğlu Ataklı'nın adaylığını düşünmüyor bile; temiz elleri kim ne yapsın?
(Görüntü kendi objektifimden.)


Kemal Kılıçdaroğlu ve Mustafa Sarıgül bir seçim kamyoneti üzerinde elele: 
yeni seçmenler kazanmak uğruna kendi seçmeninden uzaklaşma.
Dimyat'ın pirinci, evdeki bulgur!
"İstanbul'da Değişim Zamanı" diyor, 
"Ne kadar değişirse o kadar aynı kalır" 
(Plus ça change, plus c'est la même chose.- Jean-Baptiste Alphonse Karr)
 (Görüntü kendi objektifimden.)

Seçim birlikteliği anlayışıyla desteklediği aday pas geçilince İşçi partisi kendi adayını belirledi ve 24 Ocak 2014'te ilan etti- komedyen Levent Kırca.

Tiyatro kariyerine 14 yaşında başlayan Levent Kırca sinema ve televizyona da geçiş yaparak büyük popülerite kazandı, bu arada film yönetmenliği de yaptı. AKP'nin icraatlerinden  duyduğu hoşnutsuzluğu hiçbir zaman gizlemedi, gördüğü yanlışları sanatıyla eleştirdi, bunun sonucunda da birçok televizyon kanalına çıkamaz oldu. 1 Mart 2011'den beri Aydınlık'ta köşe yazarı, 6 Ekim 2012'de törenle İşçi Partisi'ne katılan bir grubun içindeydi ve şimdi partinin başkan yardımcılarından biri. ( Biliyorsunuz genel başkan Perinçek içeride!) Ulusal Kanal Yönetim Kurulu'nun da başkanı. Sahne hayatına bu arada devam ediyor, hükümeti sertçe eleştiren tiyatro oyunları Azınlık ve İçerdekiler'i Türkiye'nin ve Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde sahneye koyup oynuyor. İçerdekiler Ergenekon ve Balyoz tutuklularının, özellikle askerlerin ve ailelerin durumunu seyircilere anlatıyor; eser tutukluların ve eşlrinin kendi kaleme aldıkları kitaplara dayanıyor.

 Levent Kırca İçerdekiler oyunuyla Adana'lı seyircilerin karşısında, 21 mayıs 2013.
(Görüntü medyadan.) 

 Levent Kırca İçerdekiler oyununun sonunda alkışları kabul ediyor,
Bostancı Kültür Merkezi, İstanbul, 26 Mayıs 2013.
(Görüntüler kendi objektifimden.)

Büyükşehir belediye başkanlığı işini bir aktöre, hele bir komedyene yakışmayacak kadar ciddi ve önemli sayanlar olacaktır muhakkak, ama bence Levent Kırca hem bir sanatçı, hem de bir vatandaş olarak saygınlığını çoktan kanıtladı ve bir şansı hakkediyor. Ama ille de örnek gerekiyorsa- oyun yazarı ve şair Václav Havel, Çek Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı oldu. Vücut geliştirmeci ve avantür sineması aktörü Arnold Schwarzenegger hâlen Kaliforniya valisi. Aktör Ronald Reagan ABD'nin en güçlü ve etkili başkanlarından oldu. 

Gerçek, kurgudan daha şaşırtıcı olabiliyor: oyun yazarı ve şair Václav Havel Çek Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olacak, avantür filmlerinin sert kahramanı Arnold Schwarzenegger (burada 1984 Terminator filminde) Kaliforniya valisi, ve aktör Ronald Reagan (Bedtime for Bonzo- "Bonzo'nun Yatak Vakti" filminde, 1954) ABD'nin tarih değiştiren, Sovyetlerin belini büken başkanı.

Kendim çizgi filmci olduğum için bir aktörü, bir komedyeni hafife almam sözkonusu değil. Büyüklerin dünyasını yüzeysel ve riyakâr bulurum. Çocukları idealize ettiğimi sanmayın- onlar da çok zor olabilirler, ama büyükler tahammül edilmez! İnsanlar akıllandıklarını, kurnazlaştıklarını sandıkları nispette küçük hesapçı oluyorlar, ve o küçük hesapları uğruna baobablara müsamaha ediyorlar. Cahil adam cennet vaadiyle adaletsizliğe göz yumar, hatta kendisi uygular. Okumuş olanı da aynı şeyi dünya lüksleri için yapar- dünyalıklarına dünyalık katmak için, olmadı toparladıklarını kaybetmemek için. Bencil, kendini beğenmiş, tepeden bakan sahte enteller lâf cambazlığıyla en zırva fikri bile mantıklı gösterebilir- başbakan Erdoğan'ın Türkiye'ye özgürlük ve demokrasi getirdiği, ya da Fethullah Gülen tarikatının herhangi bir ılımlı yönü olduğu gibi!

Şarlatanları bir tarafa bırakırsak- ki sayıları çoktur- sanatçılar bana göre dünyadaki en "gerçek" insanlar. Levent Kırca bizi senelerdir güldürüyor ama kesinlikle şarlatan değil. Gösterdiği güç, cesaret, azim ve fazilet onu çoktan bir kahraman sınıfına yükseltti. Küçük hesaplara, kurnaz ilişkilere, bir şeytandan kurtulmak için diğeriyle anlaşmaya harcayacak oyum yok benim. Bunda çok ince hesap var, çok fazla yetişkin aklı- benim kafam basmaz! Benim oyum yüreği güçlü adaya gider. Bu ülke küçük hesaptan, fırsatçılıktan çok çekti.

[1] Mynet'den alıntı:
"Habertürk'ten Güngör Karakuş'un haberine göre, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yargıda iş yükünün azaltılması için 18 Kasım 2013 tarihinde hazırladığı kanun tasarısı taslağında tecavüze uğrayan çocuğun tecavüzcüsüyle evlenmesi durumunda davanın düşmesi yer alıyor. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı toplantısında da geçtiğimiz ay gündeme gelen taslaktaki “cinsel istismara uğrayan çocuklarla” ilgili düzenlemede yer alan ifadeler şu şekilde: 'Çocuklara karşı cinsel istismarın evlenme vaadiyle gerçekleşmesi halinde, çocuğun sanık ile evlenmesi durumunda sanık hakkında verilmiş olan hüküm ertelenir. Dava zamanaşımı süresine kadar sanık kendi kusurlu davranışlarıyla boşanma sebeplerinin gerçekleşmesine neden olmuş ve boşanmaya hükmedilmiş ise hüküm infaz edilir. Aksi takdirde dava düşürülür. 109’uncu maddenin beşinci fıkrasına giren hallerde de bu fıkra hükmü uygulanır.'"
http://www.mynet.com/haber/guncel/cocuk-tecavuzcusuyle-evlenirse-mesele-kapansin-1030064-1

[2] Prof. Dr. Türkân Saylan- Türkiye'de cüzzamla savaşın başarılı kahramanı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin genel başkanı. Bu dernek sınırlı olanaklı ailelerinin çocuklarına, özellikle kızlara, destek olarak iyi bir eğitim almalarını sağlar. AKP ve Cemaat'in malzemeleri cehalet ve taassup olduğu için bu dernek gözlerine battı. 13Nisan 2009'da Saylan'ın evi ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği büroları basıldı. O sırada kendisi kanserle mücadele eden Türkân Saylan sorgulandı. Bir aydan biraz fazla bir süre sonra, 18 Mayıs 2013'te hayatını kaybetti.

Ahmet Şık: Gazeteci, yazar. Gülen Cemaati'nin yargı ve polise sızmasını, sahte delil hazırlamasını, tutuklamaları, göstermelik mahkemeleri anlatan bir kitap yazıyordu. İmamın Ordusu başlığıyla yazılan kitap14 Şubat ve 3 Mart 2011'de yapılan baskınlarla Ahmet Şık dahil 10 kişi "Ergenekon terör örgütüne üye olmak" suçlamasıyla tutuklandı. 31 Mart 2013'te Ithaki Yayınevi basılarak oradaki bilgisayarlardan kitapla ilgili bütün dijital dosyalara el konuldu. Operasyonun başındaki savcı Zekeriya Öz'dü- "yolsuzluk ve rüşvet" soruşturmasından hemen el çektirilen! 

Nedim Şener: Gazeteci, yazar. Ahmet Şık'la aynı zamanda tutuklandı. Her ikisi de 12 Mart 2012'de tahliye edildiler. (Beraat değil.) 

İmamın Ordusu ise hemen internet'te ortaya çıktı, çok geçmeden 2011'de Ooo Kitap adıyla yayınlandı.

[3] Bu hikâye çeşitli şekillerde anlatılır, aşağıdaki bana göre en ikna edici versyon.

Mustafa Kemal ve arkadaşları Kuneytre ve Havran'da ayaklanmış olan halka karşı gönderilen birliğe katılmışlardır. Askeri harekat sırasında bir kısım asker tarafından halka baskıda bulunulmuş ve yağma yapılmış. Mustafa Kemal ve arkadaşı Müfit Bey'e (Özdeş) toplanan yağmalardan pay verilmek istenmiştir. Müfit Bey kendisine verilmek istenen pay için Mustafa Kemal'e danışmıştır. Mustafa Kemal Müfit Bey'in tereddüt ettiğini görerek ona sormuş:
"Müfit! Sen bugünün adamı mı olmak istiyorsun yoksa yarının adamı mı?"
Müfit bey: "Elbette yarının adamı olmak isterim."
Mustafa Kemal: "Öyleyse sen de benim gibi bu parayı kabul etmeyeceksin."

http://www.altayli.net/news.php?readmore=308

[4] Düzmece davalar 30 Haziran 2004'de AKP yönetimi döneminde kurulmuş olan "Özel Görevli Mahkemeler"'de görülmüştü ve bu mahkemeler sekiz sene sonra 1 Temmuz 2012'de kaldırıldı; yalnız görülmekte olan davalar bitene kadar varlıklarını sürdüreceklerdi. Feyzioğlu'nun önerisi, mahkemelerim kaldırılmış olduğu 1 Temmuz 2012'den sonra alınan bütün kararların iptâli ve içerdekilerin yeni yargı süresi boyunca tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilmeleriydi.


[5] Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Malatya İnönü Üniversitesi eski rektörü, 13 Nisan 2009'da Ergenekon soruşturmaları kapsamında tutuklandı, tutuklu yargılandı, 5 Ağustos 2013'te Silivri'deki karar duruşmasında 23 yıla mahkûm edildi. Çeşitli sıhhi problemlerinin başında senelerdir mücadele ettiği ve artık iyice ilerlemiş olan kanser var. 
Em. Tuğg. Levent Ersöz'ün evi 1 Temmuz 2008'de basıldı ve arandı; o sırada kendisi evde yoktu. 15 Ocak 2009'da sahte bir isimle hastanede yatarken bulundu ve tutuklandı. 5 Ağustos 2013'te Silivri'deki karar duruşmasında 22 yıl 6 aya mahkûm edildi. Ersöz'ün Zirve Yayınevi cinayetleriyle nasıl ilişkilendirildiğini bu yazının ilk paragrafında anlattım. 

 [6] Ermeni soykırım iddiaları konusundaki "sen öldürdün", "ben öldürdüm", "ben hiç öldürmedim", "sen daha fazla öldürdün" tartışmalarında unutulup giden bir konu var, o da öyle ya da böyle gerçek insanlardan ve acılarından bahsediyor olmamız. Onun için en başta ölmüş olan, sevdiklerini kaybetmiş olan, evini yuvasını terk edip bir daha görmemiş olan herkesi yakıştığı gibi hüzünle anıp ruhlarına huzur dileyerek başlayalım. Bunlara Türk, Ermeni ve diğer sivil halklar ve orada çarpışmak durumunda kalmış olan bütün askerler dahil. Sonra da Türklerin Ermenilere muamelelerini harp şartları altında başka ülkelerin sivil halklara davranışlarıyla kıyaslamaya başlayabiliriz- yasaksız ve cezasız olarak.

[7] Doğu Perinçek'in oğlu Mehmet Perinçek de Ermeni iddialarını ve 1915 tehcir olayını derinlemesine araştırıyordu; İstanbul Üniversitesi'nden araştırma görevlisi olarak Rus arşivlerini inceleyip Ermeni olayları ile ilgili bilgi toplamak için Rusya'da vakit geçirdi. 19 Ağustos 2011'de evi basıldı ve kendisi gözaltına alındı. Bir süre hem baba hem oğul Silivri'de mahpus oldular. 5 Ağustos 2013'te Silivri'deki karar duruşmasında 6 yıla mahkûm edildi. Hapiste geçirdiği süre ve bazı indirimler gözönünde bulundurularak serbest bırakıldı ama yurtdışına çıkış yasağı olduğu için uluslararsı konferanslarda Türk görüşünü savunamıyor. İstanbul Üniversitesi de bu arada  zaten tezini kabul etmemiş, üniversiteyle ilişkisini kesmişti.