29 Mart 2013 Cuma

YİNE SİLİVRİ'YE- TO SİLİVRİ AGAIN

TÜRKÇE (For English please scroll down.)


Nisan ayına geliyoruz, Prof Dr. Mehmet Haberal ve Prof. Dr Fatih Hilmioğlu dahil akademisyenlerin tutuklandığı "12. dalga"' 13 Nisan 2009'daydı neredeyse o zamandan beri dört sene tamamlandı. (Bkz. "Bayrak ve Kurdele", 30 Mayıs 2012.) Ergenekon düzmecesinin ilk harete geçirildiği Ümraniye 'de bulunan el bombalarından beri ise altı seneden iki buçuk ay eksik (12 Haziran 2007). Ergenekon sanıkları bu kadar zamandır, çoğu tutuklu, sayıları dalga dalga artarak, adaletin işlemediği duruşmalarda yargılanıyor.

Yine bir çağrı var, Silivri'ye!  8 Aralık 2013'te Ergenekon duruşmaları sonuca varacak, büyük ihtimâlle geçtiğimiz 18 Mart'ta "savcının mütalaasında" istenen müebbet hapis hükümleri verilecek. (Bkz. "Çanakkale Geçildi", 19 Mart 2013.) Bu rezaleti ya sessizce kabulleneceğiz, ya da olanları gördüğümüzü, tasvip etmediğimizi ele güne ilân ederek, sonuç ne olursa olsun, vicdanımız ve tarih karşısında aklanacağız. Ben gidiyorum. Silivri ceza infaz kampusunun menhus yüzünü tekrar tekrar görmeye bayıldığımdan gittiğimi de sanmayın!
 


ENGLISH

April is approaching. It is almost exactly four years since the "12th wave" of the Ergenekon razzias, when academicians were targeted. That was when Prof. Dr. Mehmet Haberal, transplant surgeon and founder-rector of the Başkent University in Ankara, was detained, and has been in custody ever since. (See "The Flag and the Ribbon", May 30th, 2012.) Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, former rector of İnönü University in Malatya, was also arrested then and ise still in custody though he suffers terminal cancer. The whole Ergenekon mess was launched with a supposed "find" of grenades in a house in a district of Istanbul in June 12th 2007, two and a half months short of six years ago! All the journalists, intellectuals, academicians, and officers detained in this long, complicated plot have been awaiting the pre-ordained verdicts all this time.

There is now a call to all patriotic citizens who believe these trials to be a big frame job- a call to gather at the infamous Silivri prison outside İstanbul on April 8th, when the verdicts are expected to be announced. In all probability, there will be as many life sentences passed as were requested by the prosecution on March 18th. (See : "The Dardanelles Broken Through", 19 March-Mart 2013.) Either we swallow it quietly and disgracefully like spineless cowards or we raise our voices and declare to the world that we see the shameful injustice and disapprove! Even if we are ultimately unable to change anything, we will have cleared ourselves before our consciences and before history! I'm going to be there on the 8th of April, and it sure isn't because I miss the repugnant silhouette of the Silivri Penal Compound.

24 Mart 2013 Pazar

KURDELENLE KONUŞ!- SAY IT WITH RIBBONS!

TÜRKÇE (For English text please scroll down.)



BÜYÜK olma saplantımız nereden geliyor? Büyülük hâyalleriyle, “Sen Türkiyesin- Büyük Düşün” gibi egomuzu pohpohlayan sloganlarla oylarımızı avlayan Başbakan Erdoğan’dan bahsetmiyorum sadece. Senelerin muhteşem Süleyman Demirel’i “Böyyyük Türkiye” lâfını sarfettiyse, insanımızda kabul gören bir hedef olduğu için etmişti. 

Büyük Düşün (lan)!
(Görüntü medyadan.)

Depremlerin insafındaki güzel İstanbul’u gökdelenlerle ve canavar alışveriş merkezleriyle doldurmayı gelişme sayabilmemiz de bu düşünce yapımızın sonucudur. 

Güzel İstanbul gelişiyor, büyüyor!
(Görüntü kendi objektifimden.)

Başbakan, arada bir yeni Osmanlıcı söylemlerle de ballandırarak, Türkiye’nin artan öneminden ve büyüyen rolünden dem vurur. O zaman muhalifler başbakanın bu iddialarını temelsiz ve kof bulsalar da "büyüklüğü" ideal olarak sorgulamazlar; onlara göre de Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi “büyük” olmaktır, “sözü geçen ülke” olmaktır, başkalarının işine karışan bölgesel kabadayı olmaktır. Kendimizi çok iyi idare ettik de..!

Hükümete karşı mukavemet bölük pörçük olsa da aynı “büyüklük” saplantısıyla kendine zarar veriyor. AKP’yi büyük hareketlerle sarsıp düşürmek, almış yürümüş karşı devrimi “duvarları yıkarak” tersine çevirmek ümidini anlıyorum, eleştirmiyorum, ben de sayıları arttırabilmek için uzun mesafeler gitmeyi göze alanlardanım, devam edeceğim, 8 Nisan'da da Silivri'de olacağım. Ama yapılan bir teşebbüsü “küçük” bularak eleştirmek, harcanan bir emeği “yetersiz” sayarak hafife almak haksızlıktır, ve yanlıştır! AKP etkili bulduğu için, eziklik hisseden insanlarımızın özlemlerine hitap edeceğini bildiği için bol bol “büyüklük” edebiyatı yapar ama kendi gelişi küçücük, belli belirsiz, dikkat çekmeyen adımlarla oldu ve böyle böyle Cumhuriyeti yıkma noktasına geldi; sözde muhalefetin desteğiyle hazırladığı yeni Anayasa ile de son darbeyi indirecek!

AKP iktidara yeni geldiği zaman bu partiye yöneltilen eleştirileri, duyulan kuşkuyu abartılı buluyordum. Nihayet Hristiyan Demokrat Parti Almanya’yı ortaçağ karanlığına gömmüyor! Ama zaman ilerledikçe kuşku duyanların haklı haklı olduğu gözüktü; AKP şapkadan ardarda marifetlerini çıkardıkça, Cumhuriyetin en değerli insanları telefonla, elektronik postayla gelen ihbarlara, polis nezaretindeki haydut ve teröristlerden alınmış itiraflara, inandırıcılığı uzak delillere dayanan ipe sapa gelmez iddialarla tutuklanıp hapsedildikçe, “eğitim reformu” diye yobazlık giderek daha taze beyinlere saldırdıkça boğulacak gibi oluyordum. Hele tutukluluklar hakkında diş ülkelerden eleştiri gelince pişkin pişkin “onlar terörist olduklar için tutuklandı” demiyorlar mı... çatlatacaksınız insanı! (En son Başbakan kendisi yaptı bu kimsenin kanmayacağı lâf  cambazlığını- Alman başbakanı Angela Merkel’in Ankarayı ziyaretinde. Merkel konuyu açınca Başbakan Erdoğan’ın sözleri aynen şöyle: 

“...Türkiye’de aslında tutuklu gazetecilerin sayısı parmak sayısını geçmez ve bunların tutukluluğunun nedeni de yazıları değildir. Tutukluluklarının nedeni ya darbeye teşebbüstür, veya bu tür teşebbüslerin içinde bulunmaktır ya kaçak silah bulundurmaktır veya terör örgütüyle intisaklı olarak bir hareketin içinde olmaktır...” 

Tarih: 25 Şubat 2013. İnanmayan baksın:

İlginç bir şey: “parmak sayısını geçmez” diyor, ama kaç elin parmağı bunu söylemiyor! Yedi çift el gerekiyor o sayıya ulaşmak için! Aşağıda bir link veriyorum:
İnsanlarımızı ilgisiz, umursamaz sokakta dolaşır, Shopping Fest’lerde kredi kartlarını boşaltır, düğün dernekler için bütün birikimlerini savurur gördükçe duygularımı ifade edecek bir şey, bir işaret arayışına girdim! Pek kimsenin derdi eğildi herhâlde ki ülkemizi ve geleceğimizi en çok ilgilendiren bu konularda ne bir tişört, ne bir buton, hiçbirşey üretilmiyordu. (Ama hemen yakınımızdaki Fenerium taraftar aksesuarlarıyla iyi iş yapıyor!) 

 Mesele futbol olunca, bayılırsınız renklerinizi göstermeye!
 (Görüntü kendi kameramdan.)

Ne yapabilirdim? Kendi tişörtümü mü basayım? Buton mu yapayım? “Bu olanların farkındayım ve tasvip etmiyorum” diye nasıl ilân edeyim ele güne?


Amerikalıların “Sarı Kurdele” dayanışmasını hatırladım; Humeyni’nin militanları 4 Kasım 1979'da Tahran’daki ABD elçiliğini basıp rehin aldıkları zaman Amerika’da vatandaşları onlarla dayanışmanın sembolü olarak sarı kurdele takmaya ve bağlamaya başlamış, bu hareket her tarafa yayılmış. Biliyorum, tam o sırada oradaydım! Eylemlerini rehinelerin serbest bırakıldığı 20 Ocak 1981'in ötesinde, bütün  vatandaşlar ülkelerine dönene kadar sürdürmüşler, hatta havaalanlarında sarı kurdelelerle karşılamışlardı. 

İran Rehine Krizi, 4 Kasım 1979- 20 Ocak 1981.
1980'den bir Sarı Kurdele yaka iğnesi, karttaki yazı şöyle: "Rehineleri Eve Getirin".
(Görüntü medyadan.) 
Amerikan Futbol Ligi'nin büyük günü: Super Bowl.
25 Ocak 1981.
(Görüntü medyadan.)

 "444 Gün- Artık Özgürler- 20 Ocak 1981"
 (Görüntü medyadan.)

Daha yakın tarihten bir görüntü: Amerikalı bir aile, Afganistan'a gönderilen babanın dönüşünü gözlediklerinin ifadesi olarak evlerinin önündeki ağaca bu sarı kurdeleyi bağlamışlar.
(Bir aile blog'undan.)

Ben de bizim Ergenekon ve Balyoz "rehineleri" için de gidip biraz kurdele aldım; hüzünlü bir renk olduğu için siyahı seçtim. Gören hemen anlamasa da olumsuz bir şeyi temsil ettiğini anlayacak, sorarsa da duygu ve düşüncelerimi paylaşma fırsatını bulacaktım. Bu "eylemimi" 13 Ekim 2011'de başka bir blog’da, o zamanki tek blog’umda, yayınlayarak ilan ettim. Tıklayın, görün! Yazılarını beğendiğim bir köşe yazarına da bu fikri yazdım. Bir parça siyah kurdele de pencerede asılı olan bayrağımızın üzerinden sarkıttım. O bayrak 13 Nisan 2009’daki “12 nci Ergenekon dalgası”’ndan beri penceremizde asılıydı zaten. (Bu konuya 30 Mayıs 2012 tarihli “Bayrak ve Kurdele” yazımda tafsilatlı olarak girmiştim.) Bir siyah kurdele de eşim arabamızın antenine bağladı. 

Penceremde bayrak ve siyah kurdele. Bayrak 13 Nisan 2009'dan beri asılıydı, kurdele "eylemine" Ekim 2011'de başladım. Bayrak neredeyse iki sene açıkta kalmış olmanın izlerini gösteriyor.
(Görüntü kendi objektifimden.)

Tabii bir fikri başkasına ulaştırmak için yalnızca bir kurdele yeterli değil. İnsanlar bir sembolün anlamını bilmedikçe o sembolün bir değeri, bir etkisi yok. Bir de üstünde yazı olan birşey tasarlamayı denedim. Ergenekon ve Balyoz düzmeceleriye en çok özdeşleşmiş olan iki hapishanenin, Silivri ve Hasdal’ın isimlerinden bir kompozisyon yaptım. (Tutuklu yurtseverlerimizin diğer adresleri Maltepe, Hadımköy, Mamak, Sincan, Şirinyer- hatırlatmak babında!) Önce küçük bir kâğıdın üzerine siyah olarak yazdım, birkaç gün sonra renklisini yapıp dikörtgen bir karton parçasına yapıştırdım, asetattan koruyucu bir kaplamayla sardım ve siyah kurdelemle beraber taktım. Bunu bir süre taktıktan sonra yeteri kadar okunaklı bulmayıp daha büyüğünü yaptım. Artık insanların gözünün takıldığını görüyordum!

O olaylı 29 Ekim’de biz de vardık ("29 Ekim’de Ne Gördüm",  1 Kasım 2012). Gaz ve su faslından az önceydi, kalabalığın içinde Vardiya Bizde Platformu’ndan üç hanımla tanıştık. Tanınır bir sembol seçmek, takmak, ve bunu yaygınlaştırmak düşüncemden bahsettim. “Bizim sarı şallarımız var” dediler. Hakikaten, siyah hırkalarının üzerine giydikleri sarı şallar çok güzel ve çarpıcı duruyordu. “Tamam” dedim, “sarı renk seçilmiş”. Birkaç gün sonra sarı bir kurdele alıp siyahın yanına taktım. Bir tane de bayrağımızın üstüne astım.

Takıştırdığım bisürü şey; ilk taktığım siyah kurdele ve ona eklediğim sarı olanı malum! Karton ve kâğıttan "rozet" üzerinde Silivri ve Hasdal kelimelerini "S" harflerini yanyana getirecek şekilde yerleştirdim ve iki "S" harfini tarihin en ürkütücü logosunu anımsatacak şekilde çizdim. Nazi döneminin toplama kamplarının idaresi "SS" diye tanıdığımız birime verilmişti. 
Teşbihte hata olmaz!
(Görüntü kendi objektifimden.)
Penceremdeki bayrakta siyah kurdeleye bir de sarısı ilave oldu. Bu arada dikkat ederseniz bayrak da yenilenmiş. Onun hikâyesi için bkz. "Şanı Eksilmiş", 28 Ekim 2012.
(Görüntü kendi objektifimden.)

Sonra başladık Vardiya Bizde Platformu’nun Sessiz Çığlık eylemlerine katılmaya! İlk defa 3 Kasım 2012’dekine katıldık. (Bkz. “VardiyaBizde”, 6 Kasım 2012.) Sarı şal görmedim kimsede, ama insanlar arasındaki konuşmalarda her zamanki gibi eylemlerin yetersiz olduğu, ses getirmediği şikayeti vardı. Vardiya Bizde’nin hanımları, yüzyüze geldikleri zorbalık ve kabalığın karşısında fazla kibar kalıyor, Sessiz Çığlık eylemleri Beşktaş’ın kargaşasında  seesiz sessiz kaybolup gidiyordu. (Zaten bir diklenseler kendileri mahkemelik oluveriyorlar-  5 Mayıs 2012, Silivri’de eşlerinin yargılandığı duruşma salonunun önünde gerçekleştirdikleri “gül ağacına kurdele bağlama” eylemleri için Em. Org. Çetin Doğan’ın eşi Nilgül Doğan ile Em. Tümamiral Ali Deniz Kutuk’un eşi İrem Kutuk’a karşı “izinsiz gösteri yaptmaktan” ve “trafiği engellemekten” dava açılmış, 1.5 ila 3 yil hapis cezası istenmişti. 6 Kasım 2012’de “kamere kaydı olmadığından” beraat ettiler. 6 Aralık 2011’deki duruşma sırasında da Em. Korg. Engin Alan’ın eşi Emine Nevin Alan mahkeme heyetini kastederek “O köpekler giderken trafik kazasında geberecekler inşallah” demiş ve bunun için bir sene, iki ay, onyedi gün hapis cezası almış, cezası beş sene aynı suçu işlememek şartıyla ertelenmiş.)

Sessiz Çığlık eyleminin katılımcıları meydandan ayrıldıkları andan itibaren halka karışıyor, kimseden farkları kalmıyordu. Büyük etkinliklerle ses getirmek isterken kendi seçimleri olan şalı takmak çok mu küçük geliyordu ki?

Bir sembolü üstünde taşımak, mesajınızı her gittiğiniz yere götürmek anlamına gelir. Herkesin farketmesini istediğiniz büyük eylem farkedilmeyebilir, arada kaynayıp gidebilir, ya da ertesi gün unutulabilir, ama her yere taşıdığınız bir sembol büyük olmasa da  d  e  v  a  m  l  ı   ve israrlıdır-  aynı "türban" gibi yani!

Davanın bayrağını başlarında taşıyorlar!
(Görüntü medyadan.)

Köktendinci AKP’nin laik cumhuriyetçi, Kemalist karşıtları bakış açılarını ifade etmek istedikleri zaman bayrağımızı ve Atatürk’ün resimlerini kullanıyorlar. Pencerelerden asılan, otomobillerin üstüne yapıştırılan ve hatta boyanan bayrak tehdit altındaki Türkiye Cumhuriyeti’ni desteklemek anlamına gelmekle birlikte nihayet herkesin kabul ettiği ve hatta Osmanlı döneminde de bayrağımızdı, bu yüzden de bayrakla verilmek istenen mesajı odaksızlaşıyor. AKP’nin özlemini körüklediği Padişahlık ve Hilafet yıllarının bayrağı da aynıydı. Tarihimizin büyük dönüm noktalarında, Fransa, Rusya ve Almanya örneklerinin aksine, bayrağımızın değişmemiş olması ona başka türlü bir güç, bir ağırlık verir- Kırım’da çarpışanlar da aynı bayrak altında savaşıp öldü, Plevne’dekiler de, Çanakkale’dekiler de, Sakarya’dakiler de, Kıbrıs'takiler de, Güneydoğu'da PKK'ya karşı çarpışanlar da! Bu bir zenginliktir. Ama mesajımız, dünyaya ilân etmek istediğimiz şey “Atatürk’ün lâik Cumhuriyeti tehlikede ve onu yıkmak için insanlar haksız yere içeri atılıyor, ben de bunu görüyorum ve protesto ediyorum” olacaksa bir bayrakla bunları pek o kadar net ifade edemeyiz.

Atatürk’ün kendi görüntüsünü, ya da imzasını, sembol olarak kullanmak, takmak, yapıştırmak ya da asmak yaygınlık kazanıyor. Aslında Cumhuriyetimizin kurucusunun görüntüsünü kullanmak yine de pek net bir mesaj vermiyor derdim ama AKP’nin ve yandaş aydın özentilerinin karalama kampanyaları alıp yürüdükçe Atatürk imajları da radikal politik mesaj sınıfına girmeye başladı. Bu bağlamda eskiden belirginlikten uzak ve yetersiz saydığım Atatürk'ün resmini  ya da imzasını taşıyan bayrak, rozet, sticker ve tişörtler için şimdi “niye daha fazla görmüyorum?” diyorum. Ama görsem bile, yine de Ergenekon, Balyoz, Casusluk ve Fuhuş ve benzeri düzmeceler ve 28 Şubat, 12 Eylül gibi intikam davalarına karşı bir duruşun kendine göre bir sembolü olmalıydı demekten kendimi alamıyorum.


Atatürk ve Cumhuriyeti adına pasif direniş!
(Görüntüler kendi objektifimden.)

Kolayca tanınan sembollerin uzun bir geçmişi vardır. Hristiyanlar haçlarını ikibin senedir yeryüzünde dolaştrıyorlar, o da alt tarafı iki çizgiden ibaret. Fransız İhtilalini yapanlar “Frigyalı Şapkası” denen bir çeşit başlık ve sık sık bunun üzerine takılan mavi-beyaz-kırmızı bir “kokart” ile tanınıyorlardı. Bunlar o zamandan beri Fransız Cumhuriyeti’nin- ya da cumhuriyetlerinin diyelim, zira toplam beş kere kurdular- sembollerinden olmuştur. Fransız Cumhuriyeti’ni temsil eden bir de allegorik kadın figürü vardır. Bazı diğer büyük ülkelerin de kadın sembolleri vardır ve tanrıça görünümlüdürler. (Büyük Britanya’nın Britannia, Almanya’nın- artık unutulmuş- Germania, İsviçre’nin Helvetia.) Fransız Cumhuriyeti’ni temsil eden figür tanrıça olmaktan uzak, ihtilalci bir halk kadınıdır. Adı da tipik, halktan bir isimdir: Marianne. Başında “Frigya şapkası” ve sık sık da üç renkli “kokart”!

 Fransız İhtilâl'nin mavi-bayaz-kırmızı "kokard"'ı!
(Görüntü medyadan.)

Marianne büstü, başında Frigya şapkası ve üzerinde "kokart".
(Görüntü medyadan.)

 
Fransız posta pulu, üzerinde Marianne.

 (Bu arada dikkat ederseniz “Fransa Cumhuriyeti” değil, “Fransız Cumhuriyeti” diyorum. Devletlerinin resmi ismi République Française’in doğru tercümesi böyle. “Türk” sıfatının Anayasamızdan çıkartılması mevzubahis olduğu bu günlerde buna işaret edivereyim dedim.)

Fransa ile Almanya arasında gidip gelen ve asıl yerel dili Almanca olan Alsas (Alsace, Almanca  Elsaß ) bölgesinin yöresel folklorik giysilerinde kızlar başlarına kocaman siyah fiyonklar takarlar. Bu fiyonkların üzerine de çoğu zaman üç renkli “kokart” ilave edilir, Fransız Cumhuriyeti’ne sadakatlarını vurgulamak için.
Alsaslı çizer Hansi (gerçek adı Jean-Jacques Waltz, 1873-1951) yerel temaları sıcak bir tarzla resmetmiştir. Burada koca fiyonklu halk giysileriyle Alsaslı kızları görüyoruz, fiyonklarının üzerinde Fransız Cumhuriyeti'ne sadakatlarının belirtisi birer te "kokart" var.

Günümüzde Alsaslı kızlar, yerel giysileriyle. Ne mutlu Fransızım diyene!
 (Görüntü medyadan.)

1980’li yıllarda Polonya’da Gdansk tersanelerinde Lech Walesa’nın başını çektiği işçi hareketini hatırlamıyor musunuz? Hani o “Dayanışma” hareketi, kendi dillerinde Solidarność. Logo hâline getirilen bu kelime tişörtlarda, butonlarda, afişlerde yayılmış, Avrupa’da bile herkesin tanıdığı bir sembol hâline gelmişti. Gdansk tersanelerinde başlayan o hareket 4 Kasım 1989 seçimlerinde Komünizm karşıtlarının kazanmasına kadar gitmişti.

80'li yıllardan bir "dayanışma" (Solidarność) rozeti.
(Görüntü medyadan.)

9 Şubat 2013’te Beşiktaş’taki Sessiz Çığlık hareketi her zamankinden daha iddialıydı. (Bkz. “Çığlık Atılası”, 12 Şubat 2012.) Vardiya Bizde hanımları o gün sarı şallar dağıtttı, ve gerçekten de boyunlarda şallar dikkat çekiyordu. Bir de kırmzı-beyaz kurdeleler hazırlamışlar, yakaya takmak için, onları dağıtıyorlardı. “Bu her yerde takılacak” diyerek dağıttılar. Ben tabii ki çok sevindim, bunca seneden sonra nihayet bu fikir gerçekleşiyordu.

9 Şubat 2013'te Beşiktaş'taki Sessiz Çığlık eyleminde dağıtılan, Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Mamak, Sincanve Şirinyer  hapishanelerinde tutuklu "rehinelerle" dayanışmamızı ifade eden kırmızı-beyaz kurdele.

  (Görüntü kendi objektifimden.)

Sessiz Çığlık eylemi dağıldı, biz oradan vapura bindik. Gösteriden gelenler sarı şalları ve kırmızı-beyaz kurdeleriyle hemen görülüyor, dikkat çekiyorlardı. Yanımıza oturan bir hanım anlamını sordu ve konu açıldı. Çalıştığı işyerinin bu tür etkinliklere katılmasına izin vermeyeceğini,  öyle bir durumda işini kaybedeceğini söyledi. Ben de kendisini tanınabilir kılacak hiçbir şey yazmıyorum, ama şunlara işaret etmek istiyorum. O hanımın durumunda olanlar çok, ve biz bu sembolü taşıyor olmasaydık böyle bir iletişim olmayacaktı!

Sarı ve siyah kurdelelerimi çıkarttım, kırmızı ve beyaz olanlarla değiştirdim. Penceredeki bayrak, arabanın anteni, hepsi değişti. 

 Kırmızılı-beyazlı yeni kurdele düzenimiz.
(Görüntüler kendi objektifimden.)

Bir sonraki Sessiz Çığlık’ta sarı şalları gördük, yeni kırmızı-beyaz kurdeleler dağıtıldı. Ümitlendim. Ama son gittiğimizde artık dağıtılmıyordu, takanlar da seyrelmişti. Hemen yayılmadı diye vaz mı geçiyoruz yani? Yeteri kadar büyük mü değil yoksa?

Ben süslerimi devamlı takıyorum; bu umursamazlık ve ihanet döneminde onlar benim onurum. Karton, kâğıt, mürekkep, kurdele, çengelli iğne; elleriyle çalışan bir vatandaşın elleriyle hazırladığı birşey. Knight's Cross of the Order of Bath kadar şık değil ama daha onurlu.

Bir alış veriş merkezinde bana pide arası dönerimi getiren bir genç kız evde yapılmış “rozetimi” gördü, stilize Silivri Hasdal yazısını okudu ve konu açıldı. Tutuklu subayların arasında yakın bir akrabası varmış. Geçen hafta vergi dairesinde aynı şey; vergi beyanlarını teslim ettiğim kişinin de tutuklu subay akrabası varmış.

Eşim ve kırmızı-beyaz kurdeleleriyle birlikte bir Atatürrozeti takar. Bir süpermarkette alışveriş yaparken bir hanım bunları faketti, ve konu açıldı. Muhabbetleri bir saat kesilmedi, etrafta dönüp duran kalabalık da ister istemez kulak misafiri oldu tabii.

Eşimin süpermarkette uzun sohbetlere vesile olan rozet ve kurdelesi.
(Görüntü kendi objektifimden.) 


İnsanlar bakıyor, insanlar soruyor, ve konuşuyor. Ya da fikirleri farklıysa da, susuyorlar, ama görüyorlar, duyuyorlar!
Ben sadece bir kişiyim, büyük bir kişi değilim, ama küçücük protestomu sadece kalabalık gösterilere değil, gittiğim heryere taşıyorum.

Kendi çapımda bir "sath-ı müdafaa" yani! Ve o "satıh" sadece aynı fikirde olanların biriktiği meydanlar ve barikatların oluşturduğu "hat" değil, o satıh ayaklarımın beni taşıdığı "bütün vatan".

ENGLISH

The footnote links do not work; you will have to scroll down to to the footnotes for expanded information. Opening the blogsite on two seperate windows and keeping one on the footnotes will make it easier to go back and forth. Sorry for the inconvenience, I'm no expert!.
Other links should work.


Why is it that we are so obsessed with BIG? It’s not just Prime Minister Erdoğan who seeks to pull the votes with visions of bigness. “You are Turkey, Think Big!” was Erdoğan’s campaign slogan. 

AKP campaign poster: "YOU ARE TURKEY- THINK BIG"
Someone has mischieviously added lan, like "buster!", turning it into an imperative!
 (Image from the media.)

The catch-phrase “Great Turkey”, made famous by the "Great" Süleyman Demirel, the perpetual Prime Minister of an era, still rings in our ears so many years on. And in pursuance of this vision, skyscrapers and monster shopping malls are mushrooming all over earthquake-prone, once exotic Istanbul! 
Whopee, how we've progressed: Istanbul 2013- think BIG!
 (Image from my own camera.)

When Erdoğan expounds about the growing influence of Turkey, sometimes spicing the vision with some neo-Ottoman arrogance, his critics may find the claims unfounded but rarely question the precept; that overbearing “bigness” should be the aim of the Turkey!

And the brewing resistance, fractured as it is, dreams of BIG acts that will shake and topple the AKP regime and abort its already far-advanced counter-revolution. I have no objection to that, and have taken part in several demonstrations, travelling long distances just to add to the numbers! But disdaining the small, criticizing an honest effort for being too weak, is unfair! And it is wrong! The AKP might vaunt “bigness” for effect but came to a position of total control with very small, innocuous, barely perceptible steps, and has all but toppled the Republic! The New Constitution- now being created with the collusion of the so-called “opposition”- will deal the “coup-de grace”!

When the AKP came to power, I first thought the suspicion directed towards it to be excessive. This being a democracy, the more religiously oriented ought to have their chance, I thought. After all, Germany has the Christian Democrats and this hasn’t plunged them into the Dark Ages! But as time went on and the insidious tactics of the AKP regime became more and more blatant, I felt I had to react in some way! The Ergenekon and “Sledgehammer” witchhunts, with their waves of arrests linked to dubious “finds” of stockpiled weapons, confessions of unreliable “witnesses” under police custody, denouncements by telephone and through e-mail, CD’s full of easy-to-tamper digital data, were clearly targeting the elite of the secular Republic.[1] It was clever in many ways, not the least because the reserves of Western public opinion could thus be overcome by stating that the imprisoned journalists, intellectuals, and academicians were arrested not for their ideas but for "terrorism".[2]

The more I felt indignation well up inside me, the more I needed to make my disapproval public. I did not know how; make my own T-shirt? My own button? (None was being produced! My countrymen were much more sensitive to the causes of soccer teams!) 



Fully dressed for a soccer team but not a button or a shirt to be seen for the unjustly accused!
 (Image from my own camera.)

Seeing the best the Nation had to offer hauled before far from impartial judges and stuffed in ever growing numbers into prison and sensing ththat they were hostages taken by a reactionary counter-revolution, I remembered the Yellow Ribbon solidarity of the Americans when the staff of the US Embassy in Teheran was taken hostage (November 4th,1979 until January 20, 1981) .

An original yellow ribbon pin from 1980, the days of the Iran hostage crisis.
(Image from the media.)

Even the "Super Bowl" expresses solidarity with the hostages: January 25th, 1981.
(Image from the media.)

Solidarity even when they are released! 

 A more recent use of the yellow ribbon: the family of a US soldier serving in Afghanistan, longing to see him come home
 (Image from a family blog.) 

I went and purchased a black ribbon and wore it; when someone asked for the meaning, I would explain, and that would be my individual protest. I shared it on my blog- my other blog, the only one I had at the time. I wrote to a newspaper about the idea. I hung one over the flag I had previously hung at my window on April 13th, 2009, the day the “12th wave” of the Ergenekon roundups targeting academicians.[3] My wife tied another black ribbon to the aerial of our car!

Black ribbon over the flag.
(Image from my own camera.)

A simple ribbon was not sufficient so long as people did not pick up on the idea. A symbol is a symbol only if the people who see it know what it stands for. So I made something with words on it; a simple graphic that bears the names of two prisons most closely associated with the AKP’s politically motivated persecutions- Silivri and Hasdal. (There are also Hadımköy, Maltepe, Mamak, near Istanbul, Sincan in Ankara, and Şirinyer near İzmir.) First it was black and white on a small piece of paper, then in color on cardboard covered with a sheet of acetate wrapped around it, then a larger, more visible version of the same thing- plus the black ribbon. I had finally created something eye-catching; I could see people’s eyes shift to it.

On the eventful Republic Day in Ankara, [4], just before being gassed by the police, we met three ladies of the Vardiya Bizde (“Now it’s Our Shift”) platform. I told them about wearing a recognizable symbol, and they said they had a yellow shawl. Indeed, they looked smart in black sweaters with yellow shawls draped loosely around their necks. A few days later I purchased some yellow ribbon, hung a piece together with my black one on my chest, and another on my flag at the window.

Bundle of ribbons'n'things: my cardboard "button" with the names of the best known prisons for the Ergenekon and Balyoz ("Sledgehammer") "hostages". The arrangement of the words to bring the two "S"'s together to recall the worlds' most infamous logo was intentional- and apt considering the notorious concentration camps of the Third Reich were administered by the SS.
(Image from my own camera.)

Yellow ribbon added to the black one over the flag. In the meantime flag has also been renewed. For that story see: "Faded Glory", 28 October-Ekim 2012.

Then we started attending the “Silent Scream” (Sessiz Çığlık) demonstrations of the “Now it’s Our Shift” (Vardiya Bizde) group, and I couldn’t see any yellow shawl anywhere.[5] And you always hear the complaint that the actions aren’t big enough to attract attention! Wearing a simple shawl must seem too small an act on minds so set on BIG events. Their “Silent Scream” goes unheard in the bustle of Istanbul. If they manage to rock the boat at all, these polite officers’ wives will find themselves before the judges- which has happened! Carrying a symbol allows you to take your message and declare your viewpoint wherever you go. It is not BIG, earth-shaking thing, but it is  
c  o  n  t   i   n  u   o   u  s  and persistent- like the fundamentalist ladies and their “türbans”. Not a “turban” but a head-scarf tied in a special way, completely covering the hair, and ladenwith religious significance.[6] They have been parading their banners for years!
"We carry our banner on our heads so that everybody knows!"
(Image from the media.)

The nationalist opponents of fundamentalist  AKP most commonly express their stance through the flag and images representing Kemal Ataturk, founder of the secular Republic now being discredited and dismantled by the AKP. The flag, though now more closely associated with and used by Kemalists, hung from windows and painted on cars, is still an innocuous symbol since it was not changed when the Turkish Republic replaced the Ottoman Empire. In other words, the Sultan’s theocratic empire and Ataturk’s secular nation-state have flown the same flag. This gives our flag a certain power as a symbol of a nation rather than a regime and brings unity to our history, but makes it a less clear a symbol of a stance against a government that adulates the Ottoman era. As for Ataturk himself- there are many who use his image or signature to declare their faithfulness to his Republic, and as the AKP campaign to discredit him and his achievements become increasingly obvious, the act of displaying an image of the founder of the Republic becomes more and more radical. 

 

Silent and non-obtrusive declarations of support for Atatürk's Republic. 
(Images from my own camera.)

However, not even this is a point blank statement against the witchhunts, the fabricated evidence and sham trials, and all the AKP hopes to gain from them.

The visible and recognizable symbol of a cause has a long past. The cross of Christianity is two millenia old. The French Revolution had the "Phrygian hat" and the revolutionary cocarde, they have since become some of the symbols of the French Republic. Marianne, the Personification of the French Republic, is represented with the Phrygian Hat, often with the cocarde.

 
The cocarde of rhe revolutionary French Republic. 
(Image from the media.)

 Marianne bust with Phrygian hat and cocarde.
(Image from the media.)
 A French postal stamp with Marianne.

To emphasize their fidelity to the French Republic, the women of German-speaking Alsace often add this cocarde to the huge black bows of their folk costumes.

Illustration by local artist Hansi (Jean-Jacques Waltz, 1873-1951). The girls are wearing the cocarde on their big black ribbons as a display of loyalty to the French Republic.

Alsaciennes (Elsässerinnen in their native "regional" language.
(Image from the media.) 
When Lech Walesa started the movement in the Gdansk shipyard that eventually brought down Communism in Poland, his supporters- not just in Poland- showed their solidarity with posters, leaflets, T-shirts and buttons bearing the word Solidarnosc- made into a logo, always written in the same way, with the same colors, and soon recognized everywhere!
The Solidarność button; in the late '80's you could see people expressing their "solidarity" with Lech Walesa's cause  everywhere in Europe!
(Image from the Media)

On February 9th, 2013, the “Silent Scream” protest was more ambitious than usual.[7] The ladies passed out yellow shawls and red and white ribbons to be worn at all times everywhere! I was thrilled to see the idea finally catching on, and said so.
The new red-and-white ribbon distributed at the "Silent Scream" demonstration in Beşiktaş, Istanbul, on February 9th, 2013, as a sign of solidarity with our "hostages" held in the Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Mamak, Sincan and Şirinyer penitentiaries.
(Image from my own camera.)
On the way home, sitting in the ferry crossing the Bosphorus, a lady asked us about the te shawls and ribbons she was seeing on the people around. This started the conversation. She told us she was working for a firm that would not allow her to participate in such demonstrations, that she would lose job. I promised not to write or pass on anything that would give her away or cause her trouble, but we did communicate, and the only reason we were able to do this was because she saw these ribbons and shawls and ventured the question.

So I replaced my black and yellow ribbons with red and white ones. The flag at the window, the car’s aerial all got their share. 

My new set of ribbons! Is anybody else wearing them?
(Images from my own camera.)

The following week I saw some demonstrators with their new ribbons and shawls, with more ribbons being passed out. At the last two we attended, March 2nd and March 23rd (yesterday), there were fewer being worn, and none being passed out. Not seeing immediate success, they just seem to give up. Not BIG enough?

I keep wearing my paraphernalia, and it leads to an exchange of words. A girl bringing me my kebab at a fast food place in a shopping center asked me about my self-made badge; it turned out she had a relative- an officer- in prison. Last week at the tax office, when I was submitting tax forms, the lady at the counter asked about it. She too had a relative, again an officer, in prison. 

My wife wears a ribbon and a button with a portrait of Atatürk. While we were shopping at a supermarket a woman stopped her and asked where she had bought the button. Their impassioned conversation went on for a good hour right there, with shoppers milling about! People look, people ask, then they talk, or if they are from the other camp, they just shut up, but take notice anyway!


My wife's button and ribbon: conversation piece at the supermarket! 
(Image from my own camera.)


I am just one person, not at all a BIG person, taking my small protest not just to rallys but everywhere I go!

[1] Most of the Tashlık blog is concerned with this. Try “The Sledgehammer”, 6 September-Eylül 2012, “Silivri”, 18 December-Aralık 2012, “Hammering the Sledgehammer”, 5 February-Şubat 2013,   “Makes You Want to Scream”, 12 February-Şubat 2013, “Silivri, 18-2-2013”, 25 February-Şubat 2013,  
[2] On February 25th, 2013, German Chancellor Angela Merkel, visiting Turkey, raised the question of journalists under arrest to Prime Minister Erdoğan, to which Erdoğan responded: “...in reality, journalsts in custody in Turkey are no more than the number of fingers, and it is not because of their writings that they are in custody. It is either for attempted coup, or being involved in a coup attempt, or possession of an illegal weapon or acting in conjuction with the terror organization.” The link below shows him making the statement:
Erdoğan does not specify the fingers of how many hands! It should be seven pairs.
http://tutuklugazeteciler.blogspot.com/

[3] See “The Flag and the Ribbon”, 30 May-Mayıs 2012.
[4] See "What I saw on Republic Day", 1 November-Kasım 2012.
[5] See Now It’s Our Shift”, 6 November-Kasım 2012.
[6] See “A Turban by Any Other Name”, 16 July-Temmuz 2012.
[7] See “Makes You Want to Scream”,  12 February-Şubat 2012.